“Demek, dua ve tevekkül meyelân-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi, istiğfar ve tevbe dahi meyelân-ı şerri keser, tecavüzâtını kırar.” Sözler’den.
Bazen cümlelerimin içinde boğulur gibi oluyorum arkadaşım. Bu prangalar benim eserim. Ayaklarımı sözlerimle bağlıyorum. İnsanlara hatırlatabilecekleri malzemler sunuyorum hergün. "Ama sen bir keresinde şöyle yazmıştın?" diyebilecekleri şeyler. Melek kardeşlerim amel defterimi tutuyor. Ben kalbimden geçenleri tutmaya çalışıyorum. İnsanlar melek değiller. Solumdan defterimi uzatmaya meraklı çok kâtip var.
Kendimi esir alıyorum satır satır. Farkındayım. Her paragraf yeni bir kilit. Ya kendiliğimde rahat olacağım yahut da yazmayacağım. Hiçliğini kabul etmek 'detaylaşmaktır' biraz. Asıl olmadığını kabullenmek. Fena olmak biraz da budur. Arkadaşım, dediğime dikkat buyur, hakikati ararken yanılmak da güzel. Yeter ki tereddüt ellerini bırakmasın. Cehaletine istiğna katık olmasın. Yanlış da doğrunun bir detayı. Kıyasla tanınacaktır artık o. Bizzat güzel olmayan da dolayısıyla güzeldir. Allah'ın yarattığının güzel olmamaya mecali mi var? Madem en büyük resim güzeldir, ki kaderdir, daha aşağıdakilerin parça parça çirkinlikleri neyi mahvedebilir? Mahveden kendi kesbini, resmini, manzarasını, detayını, sûretini mahveder.
Bazen cümlelerimin içinde boğuluyor gibi oluyorum. Aynı şeyleri yazıyormuşum gibi geliyor. Hep kenarından geçiyorum mükemmelin. Olmuyor. Subhan olan yalnız O. Kusurlarım kalemime dolanıyor. Birşeyin etrafında dönüyorum ama, seziyorum sadece, o nedir? Onsuz kendimi eksik hissettiğim hep, ‘o’ nedir? Etrafında geziyormuşum gibi hissediyorum. Kokusunu alıyorum. Kapısını bulamıyorum. Hakikat yolculuğunda hiçbir 'önce' arkanda kalamıyor. Dairesel bir yolculukta her 'önce' aynı zamanda 'sonra'dır. Dönüp yine Ona varıyorum. Hayy'dan gelip Hû'ya gidiyorum. Ölüm benim terhis tezkerem. Geldiğim yere döneceğim. Geldiğim yer gittiğim yerdir. Bismillah'ı 'vird-i zeban' ederek 'Ona başlıyorum.'
Bu kadar kalemle eğleşmek iyi mi arkadaşım? Zira her yazıdan sonra tekrar aynı karadelik: "Acaba arkası gelecek mi?" Varamamak yazdırıyor. Karanlık yazdırıyor. Boşluğun korkusu yazdırıyor. Açlık yazdırıyor. Ayrılık yazdırıyor. Yolun sonunun gelmemesi. Vuslatın tastamam olamaması. Durduğunda ne yapacağını bilememe. Durmayı bilememe. Ölümcül yeknesaklık. Bilinmeyenin hiç bitmemesi. Hepsi yazdırıyor. Doymaktan önce açlık nimet oluyor. Hedefe ulaşanlar doyuyorlar arkadaşım. Tok acın halinden anlamaz. Aç nasıl üretkendir, arayıştadır, zorundadır, anlamaz.
Aç olan hata yapmaya da müsaittir her zaman. Tok risk almaktan kaçar. Aleyhissalatuvesselam; “Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizi helak eder, yerinize günah işleyip peşinden tövbe eden kullar yaratırdı.” buyururken belki buna dikkatimizi çeker biraz da. Ki buna manaca benzeyen bir tane de ayet var. Kısa bir meali şöyle: "Eğer (gerektiğinde savaşa) çıkmazsanız, (Allah) sizi pek elem verici bir azap ile cezalandırır ve yerinize sizden başka bir kavim getirir. Siz (savaşa çıkmamakla) Ona hiçbir zarar veremezsiniz. Allah herşeye kadirdir."
Dikkat ediyor musun: ‘Yerine bir başka topluluk getirilmekle’ tehdit edildiğin şeyler hep ‘risk almaktan kaçtığın’ şeyler. Rızkın onda dokuzu ticarette, rız(s)kta. 'Rızk' deyince yalnız boğazından geçenler gelmesin aklına arkadaşım. İlim de bir rızktır, mutluluk da, hatta mutsuzluk da. Demek âdem oldun ki risk alasın. Deneyesin, başarasın veya yanılasın. Ama yine de yüzün Rabbine dönük kalasın. Hidayetine istiğna göstermeyesin. Hatana 'hata' diyesin. "Alîm olan yalnız Allah'tır ve geri kalan herkes bilmenin ve aynı zamanda 'hakkıyla bilememenin' mertebeleri arasında gezinir..." diye bilesin, söyleyesin, düşünesin.
İblis gibi olmayasın. İnadını istikamet sanıp özenmeyesin. Hatasına 'hata' diyemeyenlere kıyamete kadar ömür verilse ne olur? Affedilseler ne olur? İblis kıssasında bunun da dersi var. İstikamet, doğruyu aramaktır, burnunun dikine gitmek değil. İstikamet doğruyu görünce mühlet istemez. Hatasının avukatlığını sürdürmez. Sırat tevbe üzerine kuruludur. İman arayış üzerine. Arayan öncelikle kaybolduğunu kabul edendir. Pişman yanlış yaptığını kabul eden. Melek kardeşleri İblis’ten ayıran sırra yaklaştın şimdi işte. Onlar; "Ya Rab! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz, senin bize öğrettiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphesiz Alîm ve Hakîm olan ancak sensin!" dediler. ‘Görü’lerinin sınırlarını hakikat adına terkettiler. Kapılmadılar. Şeytansa yanlışının ömrü uzasın diye 'mühlet' istedi.
Evet, doğru, başta onlar da insan hakkında yorumda bulundular. "Kan dökecek!" dediler. Hikmetini anlayamadılar. Fakat isabet etmeyince dönmesini bildiler. Tıpkı Âdem babamız ve Havva annemizin yaptığı gibi. Onların da arza inişi bir pişmanlık serüvenidir. İnsanın ilk öğrendiği şey tâlim-i esma ise bir sonraki de pişmanlıktır. Hata yapabilirliğini görmektir.
Demek: Melekleşmek istiyorsan arkadaşım, kusursuzluk arama, hatalarını görünce kaçabilmeyi ara. Budur ancak seni melekleştiren. Günahsızlık değil. Peygamberler dışında kimin ismeti var? Yok. Hiç. Yok. Ehl-i Sünnet böyle iman eder. Düşünsene: Varlık içinde en çok çocukları meleklere benzetirsin fakat hangisinde kusursuzluk gördün? Belki yalnız şunu gördün: Hatalarını 'farketmeden' yapıyorlar. Farkedemedikleri için de mazur sayılıyorlar. İmtihan dediğin zaten bir farkındalık meselesidir. Tevbeyse farkedilen hataların itikada çıkmasına bir engel. Bir kalkan. Bir duvar. Pişmanlık günahın akideye bulaşmaması için bir şifa. Biz bu şifaya sarıldığımız için İblis’ten ayrıldık. Yolu geri dönmeyelim arkadaşım. Korkalım. Kanatlarımızı yolmayalım. Bir kere düşmekle başladı zaten hikâyemiz. Sancısını halen çekmekteyiz. Yenisine mecal yok.