'Nasıl'ı şekil, 'nerede'yi mekan yakalar

Habibi Nacar YILMAZ

İnsan bilmediği şeyin düşmanı oluyor gerçekten. Bazen de yarım bilmek, hiç bilmemekten daha tehlikeli oluyor. Onun için kendisinin hidayeti adına, dünyayı kendine haram edeni zindanlara atanlar olduğu gibi; on sekiz bin âlemi tesbihe dizerek, bin bir ism-i İlâhiyeye iltica ile cehennemden azada vesile etme duası olan Cevşen'e bile laf yetiştirmeye çalışanlar oluyor. Bunun yaşı başı, okumuşu, cahili de yok gerçekten. Ya yarım okumuş ya fikrini duyumlara bina ediyor veya küçük dünyasında biriktirdiği kazuratını böylece temizlemeye çalışıyor. Böyle peşin hüküm taşları ile örülmüş yarım buçuk karton kuleleri de yıkmak zor hâliyle. Geçenlerde, mezarda, definde Risale okuma uydurmasının doğrusuna bir profesör ve mukallidlerini inandıramadım bir türlü. Üstelik demagog mukabelesinde bile bulunmuştu.

Bu yanılmalar ve bunlara bağlı itiraz ve hükümler dünyaya, kendi hâlimize, gördüklerimize, okuduklarımıza bakan meselelerde böyle olur da Cenab-ı Allah ve hikmetini bilmediğimiz konular hakkında da olmaz mı? Elbette olur ve oluyor. Çok tanıdık, okumuş, kitaplar yutmuş ve bir sürü ilahiyatçı da okuduğu için imanı da epeyce sarsılmış fakat temelindeki Risale birikimiyle ancak imanını muhafaza edebilmiş bir dostumuz, bozuk plak gibi her fırsatta "Allah bizi niçin imtihan ediyor, insanlar biri birini niçin öldürüyor, birinin aç birinin tok olması mı gerekiyor?" mealinde sorular sorup duruyor. Cevabını da kendince biliyor ve "Sakın imtihan dünyası böyle olur" demeyine de getiriyor. 2020 yılının 15,18, 21 Temmuz günlerinde yine bu sütunda üç yazı ile "Kötülük Problemi mi İyiliği Görememek Körlüğü mü?" başlığı ile işlemeye çalıştığımız bu kötülük problemi, bu değerli arkadaşın kafasına takıldığı gibi, çokları tarafından da bazen iyi niyetle, bazen kasıtlı hatta inkârına bile medar yapılarak sorulduğunu görüyoruz. 

Okuma yazma bilmeyen bir insan, mânidar bir yazıyı okuyunca yazıyı anlamsız, harfleri de nizamsız çizgi görmesi gibi, kâinatta birçok hikmeti ve göremediğimiz güzellikleri saklayan, netice veren ve verecek olan hadiseleri kendi dar, ihatasız, aceleci, çoğu zaman muvazenesiz bakışlarıyla değerlendirip ya da değerlendiremeyip şu yanlış, bu zulüm, o da aklıma sığmıyor gibi hükümlerle mahkûm eden bu tip suallerin cevaplarını, başta İkinci Lema, 24. Mektup olmak üzere bunlar üzerinde bir deneme niteliğindeki mezkur yazılarımıza havale ederek, biz de küçük birkaç soru sorup başlığa dönmek istiyoruz.

Cenab-ı Allah iyi ile kötüyü, güzellikle çirkinliği, hayırla şerri, şeytanla meleği, firavunla Musa'yı, gece ile gündüzü birbirine mukabil yaratarak bir imtihan dünyası takdir etmiş. Ve biz insanları gayet geniş kabiliyetlerle ve nihayetsiz yükselme ve alçalma keyfiyeti ile böyle bir dünyada imtihan için misafir ediyor. Diğer mahlukatın bu keyfiyet ve imtihan mükellefiyeti yok. Yani iki deve veya koyun arasında maddi ve manevi kayda değer bir fark olmadığı halde, aynı mekânı hatta bazen aynı yatağı paylaşan iki insan arasında yerden göğe,zerreden güneşe kadar bir fark olabiliyor. Hem bu âlemin keyfiyeti hem de insanın mahiyeti bu farkın olmasına müsait ve öyle de olması gerekiyor.

Peki Cenab-ı Allah, bu kötülüklere, zulümlere açlık ve kaht u galâya müsaade etmezse, iç içe olan zıtlar, nasıl ayrılacak? Zıtların iç içeliği olmaz ki o zaman. Bu itiraz, neticede aslında kâinatın böyle takdir edilmesine olmuş olmuyor mu? Aç tok, zengin fakir, iyi kötü, katil maktül olmasın bu dünyada deniyorsa; o zaman bu dünya cennet olsun demek isteniyor. "Allah müdahale etsin." mantığının altında da aynı şey yatıyor. Hayat sadece bu dünyadan ibaret olsaydı, bu hayatın devamı olan öteki bir âlemi Cenab-ı Allah yaratıp vaad etmeseydi, yapılanlar yapanın yanında kâr kalsaydı; o zaman bu soruların sahipleri, haklı olabilirdi. Ama öyle değil ki. Ben tersinden bir soruyla bitireyim bunu. Siz nasıl bir dünya istiyorsunuz o zaman? Zıtların olduğu imtihan dünyası tasavvurunuz nasıl? Her şeye müdahale edildiği, şahane serbest olan insanın her işinde serbest olmadığı, neticede iyilerle kötülerin eşit olduğu bir dünya mı istiyorsunuz? O  zaman da Allah, niçin kötülüklere müdahale ediyor; iyilerin suçu ne diye sormaz mısınız? Ayrıca imtihan şartları bundan daha iyi nasıl olacak? Buyursalar da rahatlasak.Kaldı ki Allah binlerce peygamber ve onlarca da kitap göndererek müdahalesini de yapıyor zaten. Ama bütün bunlara rağmen, ne bir zorlama ne de büyük bir haksızlığı netice verecek bir engelleme söz konusu. 

Şimdi aynı şekilde Cenab-ı Allah'ın iş ve hikmetini böyle sorguladığımız gibi, zâtı ile de ilgili de yine eksik bilgi ve yanlış kıyastan kaynaklanan tasavvur ve sualler de oluyor, bunlarla da çokça karşılaşıyoruz. Bu sual ve yanlış kanaatlerin hepsi kasıtlı değilse eğer "Hakikat-i mutlaka mukayyet enzar ile ihata edilmez." hakikatinden habersiz oluşumuzdan kaynaklanıyor. Yani mutlak, sonsuz olan bir zât, çeşitli kayıtlarla sınırlanmış akıl ve hislerimizle elbette anlaşılmaz,  bilinemez, tam anlamıyla bilinmeye de çalışılmaz. 

İnsanın başta akıl bütün his dünyası, sonradan ona verilmiş mahluklardandır. Daha kendi mahiyet ve icraatını çözemeyen akıl, bu sınırlı hâliyle ancak Allah'ın varlığını bilip birliğine ulaşabilir. Ama zâtının mahiyetini bilemez. Onun sonsuz olan sıfatları da bu sınırlı akla sığmaz. Çünkü gözün her gördüğü mahluk olduğu gibi, aklın da her anladığı mahluktur, zamana tâbidir. Öyleyse bir insan "Cenab-ı Hakka malûm (aklın bilebildiği bir mevcut) ve maruf (zâtı ile bilinebilecek belli bir zât) unvanıyla bakacak olursa" Allah'ın zâtı ve sıfatlarının mahiyeti hakkında bildiğini sandığı şeyler, bütünüyle yanlış, batıl ve hurafe olur. Allah böyle bir bakışla bilinemez, hep meçhul olur.Böyle bakışla insanın zihninde teşekkül eden farazi ilâh, onun kendi aklının mahsulüdür. Böyle farazi bir ilâh, zihni mekân ve şekilden azâde olamayan insanın, nasıl ve nerede sorularına takılır. Nasıl sorusunu hep şekil; nerede sorusunu ise mekân yakalar. Şekil ve mekân ise, Cenab-ı Allah için düşünülemez. Zira akla, hayale, zihne gelen her şey, malûm olandır, bilinen ve görünendir. Halbuki Cenab-ı Allah zâtı ile bilinemez, meçhuldür. Çünkü o halıktır, mevcutla irtibatı, benzerliği, kıyasa girecek sıfatı yoktur. 

Böyle bir bakış, yaratanı yaratılanla kıyasa götürür insanı. Böylece ilik başta yanlış iliklenince, neticede de haşa Allah için ihtiyacı ve başlangıcı netice veren bir sürü soru sorulabilir. Aklını, zihnini, hayalini zamanın içinden çıkaramayan insan, ezeli ve ebedi de anlayamaz. Başlangıcının olmaması, vacib-ül vücud (yani var olmasının başkasına ihtiyaç duymaması) oluşu da bu zihinle anlaşılamaz.

Bir gün bir arkadaş "Hocam ezeli (başlangıcı olmamayı) bir türlü anlayamıyorum." demişti. Ben de ona "Ezeli anlayamaman, onu anlamaktır." demiştim. Zihni saat ve metreden sıyrılamayan bir zihin, zamansızlığı anlayamaz. Ezel ve ebedi çözemez. Çözememesi çözmek olur. Onları zamanın olmadığı ebed âleminde anlayacağız.

Evet dostlar, kendi ruhunun büyük mü küçük mü, yeşil mi mavi mi; elde mi başta mı yani yer ve mahiyetini çözemeyen; ancak "Ruh var ama mahiyetini bilemeyiz."dediğinde rahatlayan insan, Allah hakkında da varlığı şüphesiz ama mahiyeti bilinmez." olarak inandığında marifet şuaları aklında ve kalbinde parlar. Onu isim ve sıfatlarının mahiyeti ile değil, tecellileri ile en doğru şekilde kitap ve peygamberlerinden öğreneceğiz. 

Selam ve dua ile.

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (2)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.