Kur’an’a adanmış ne aziz bir ömür…
Nur’lara hizmetle geçmiş ne muhterem bir hayat…
O hayatın içinde aldığı nefesler adedince, attığı adımlar sayısınca ruhuna binler fatihalar aziz ağabeyimizin…
“Hiçbir nur talebesi yoktur ki sınıfının en faziletlisi en çalışkanı olmasın.” (Tarihçe-i Hayat)
İşte böyle bir talebeydi Nazım Ağabey. Sınıfının en çalışkanı, en faziletlisiydi. Öğretmenlerinin yokluğunda sınıf arkadaşlarına sözlü yapıp not verme salahiyeti verilecek kadar… İmtihandan 9 alınca itiraz edebilecek kadar çalışkandı.
Lise ikiye gittiği yılda bir anda bırakıvermişti okulu. Tüm muvaffakiyetine rağmen bir anda! Zira Üstadımız ona, “Kendini nurlara vakfet!” emretmişti. 62 yıllık ömrünü bu kutsi emri o an almış gibi aynı ciddiyet, aynı gayret, aynı aşk ve şevk, aynı istikrar ile emanetini teslim edinceye kadar bütün mevcudiyetiyle yerine getirdi. Şahidiz Ya Rab!
Tek gayesi Risale-i Nur’u okumak ve okutmaktı. Yaşamak ve yaşatmaktı. Son derece mütevazi ve müşfik, son derece istikrarlı ve gayyur bir hizmet eriydi.
Gri tonlarında bir-iki ceketinden ve de yeleğinden başka kıyafeti yoktu. Nasıl olabilirdi ki zaten? Dünya malı namına ne bir iğneye ehemmiyet verirdi, ne de milyarlar değerindeki her hangi başka bir şeye. Ezel-Ebed Sultanının bitmez tükenmez hazinelerine böylesi sarsılmaz bir iman ile inanmış birisi dünyadaki bir kuruşa tenezzül eder miydi?
Onun tek gayesi Cenab-ı Erhamürrahimine layık bir Kur’an hizmetkarı, bir dava adamı olmak ve bu yolda ömrünü tüketmekti.
Nazım Ağabeyin bugün dünya çapındaki hanımlar hizmetinde ciddi emeği oldu. Hanımlar hizmetine azami derece ehemmiyet verdi ve hiçbir zaman önemsememezlik yapmadı. Zira o, taife-i nisanın Risale-i Nur hizmetine ciddi ihtiyacı olduğuna inanırdı. Çünkü bilirdi ki; bir milletin devam ve bekası için iyi yetiştirilmiş nesillere ihtiyaç vardır.
Hayatta bir tek arzusu vardı. Onu da Üstad hazretlerine yazdığı mektupta şu satırlarla dile getirmişti:
“Evvela; ellerinizden kemal-i hürmetle, kemal-i muhabbet ve kemal-i iştiyakla öper, ben kusurlu hakir manevi evlatlığınıza ve küfür ve dalalete karşı tesis edilmiş muazzam bir sedd-i Kur’an; ve hakkı batılın, imanı küfrün, nuru zulmetin savletinden kurtarmak üzere zındıkaya karşı açılmış haşmetli bir râyet-i Furkan ve tam, kat’i ve hakiki bir teraşşuhat-ı Nur olan; Risale-i Nur’un hizmetkarlığına kabulümü ilk ve son dileğim olarak bütün ruh-u canımla istirham ve Barigah-ı Kibriya’dan bütün varlığımla siz mübeccel Üstadımıza daha uzun ömürler, sıhhat afiyetler temenni ve niyaz eylerim.”
Evet ilk ve son dileği Bediüzzaman Hazretlerinin manevi evlatlığına ve Risale-i Nur’un hizmetkarlığına kabul edilmekti. Ne büyük bir bahtiyarlık ki; Üstadımız da merhum ağabeyimize talebeliğine kabul ettiğine dair bir mektup yazdırmıştır ve bir gün Üstad Hazretleri Urfa’ya giderken Gazientep’te çorba içmiş, “Burada Nazım’ım var!” diyerek el sallayıp geçmiştir. Demek Üstadımız Gaziantep’teki hizmetleri ve merhum ağabeyimizin bu hizmet uğruna canını ve malını feda edeceğini hiss-i kable’l vuku ile hissetmiş ve manen merhum ağabeyimize teveccüh etmiştir. Muhterem ağabeyimiz de şüphesiz Üstadımızın bu teveccühüne layık olmak adına ömrünün her dakikasını Risale-i Nur’a hizmete vakfetmiş ve zaman da bunu göstermiştir.
Nazım Gökçek Ağabeyimiz tam manasıyla bir müdebbir, bir mürebbi idi.
“İmanlı talebe yetiştiren hocaların ve hayır sahiplerinin, yetiştirmiş oldukları talebelerin sevaplarından eksilmeden, kendi amel defterine de sevaplar yazılmaya devam eder” Hadis-i Şerifine mazhar bir şahsiyetti.
Kendisinden küçük, cahil bir çocuk bile bir şey rica ettiği zaman sadece hayır kelimesini kullanmamak için saatlerce onu, yaşına aldırmadan büyük bir adammış gibi sabırla ikna etmeye çalışırdı. Çünkü o kimseye direkt “hayır, olmaz” demezdi, demek istemezdi. Çok yumuşak huyluydu. Karşısındakilere pamuk gibi muamele eder fakat kendi nefsine demir muamelesi yapardı. Son derece anlayışlı, şefkatli ve hoşgörülüydü. Herkesi düşünür sadece kendi nefsini unuturdu.
Çok sadıktı. Öyle ki; Tarihçe-i Hayat kitabını vereceğine dair söz verdiği bir kardeşi için otostop yaparak kamyonun tepesinde Malatya’ya gider ve oradan Tarihçe-i Hayat kitabını alır, getirir ve verirdi.
Ahir ömründe bir çok sağlık sıkıntıları olmasına rağmen; istirahatine ehemmiyet vermez, sadece hizmeti düşünür ve tüm gücünü hizmet için sarfederdi. Tam bir Kur’an sevdalısıydı muhterem Ağabeyimiz. Sabaha kadar cevşen ve tesbih sesleri işitilirdi. Bir gün bile ara vermeden her gece sabaha kadar okurdu, okurdu, okurdu… Zaten uyku nedir bilmezdi, çoğu kez sandalyesinde oturduğu yerde uyurdu.
Nur yer, nur içerdi. Yemek gibi, su gibi nurlara ihtiyacımız olduğunu söylerdi. Çölde su arayan göçebenin suya koşması gibiydi hizmete koşması. Çatlamış toprağın yağmura olan aşkı gibiydi Nurlara aşkı.
Nazım Ağabeyimizin şu dünya hayatında tek bir sıkıntısı, tek bir derdi vardı. Hizmet!
“Hizmetin derdini derdi bildi” demek onun için yanlış olacaktır, zira hizmetin derdi ve onun derdi diye bir şey yoktu. Nazım Gökçek demek hizmet demekti. Öyleyse derdi de hizmet olacaktı. Sözleri kendisi yazmış gibi, hapishanelerde kendisi kalmış gibi, sürgünlere kendisi sürülmüş gibi sahipti Risale-i Nur’a. O kadar eriydi bu hizmetin! O kadar yakındı davasına! O kadar canıyla, başıyla, dişiyle, tırnağıyla hizmet etti bu yolda!
Uzun yıllar hizmetine yakından şahit olan bir muhteremenin şu satırları onun hayatını özetleyecektir:
Hayatı boyunca sa’y eyledi,
Gönlünü, kalbini Hakk’a verdi.
Kur’an, Cevşen, Risale-i Nur
İşte Gökçek’in hayatı budur. (F.Sever)
Yâ Rabbî ve yâ Rabb-es Semavati Ve-l Aradîn! Yâ İlahi!
Aziz, muhterem, cefakâr, fedakâr, çok kıymetli Nazım Ağebeyimizin taksiratını affeyle, hasenatını muzaaf eyle, mekanını cennet eyle. Habibine komşu eyle. Üstadımızı yoldaş eyle. Bizleri de onların şefaatine nail eyle Allahım.
Ruhuna binler fatihalar, yasinler…