Bizim neslin bildiği sırılsıklam âşık gibi mecâzî, sudan çıkmış kedi gibi hem mecâzî hem hakîkî, altını ıslatmış bebek gibi yalnız gerçek bir mefhûm mu bu ıslaklık? Evdeki lügatleri araştırdım böyle bir târife rastlamadım. Demek yeni îcâd olmuş bir deyim. Kâğıt bir yerlerden nem kapmamışsa, üzerine meşrûbât filân dökülmemişse, ter, göz yaşı veyâ kan damlamamışsa imzâ niye ıslak oluyor, anlamıyorum. Bizim zamânımızda kurutma kâğıdı vardı. Mürekkebi kurusun diye yazının, imzanın üstüne özel tamponu ile bastırılırdı. Şimdilerde öyle bir ihtiyaç da kalmadı. Tuzu kuru vatandaşlarımız gibi, mürekkebi kuru tükenmez kalemler yüzünden kurutulacak imza mı var!
Aklımın ermediği çok şey var ama, bilmem kaç aydır, nasıl oluyor da bu imzâ hâlâ ıslak kalıyor; işte bunu hiç anlamıyorum… Memlekette akıp giden, heder olan onca kan, onca göz yaşı, onca ter, onca can, onca şeref, onca haysiyet kupkuru oluvermişken, bu ne biçim bir imzâdır ki, o gün bu gün kurumadı? Acabâ, diyorum, birileri hokkayı önüne almış, diviti batırıp çıkarıp ha bire imzâlar mı atıyor? Gerçi, dedim ya, bırakın hokkayı, diviti kullanmak, bilen bile kalmadı. Dolma kalem dahî unutuldu. Dolma diyince akla kabak, patlıcan dolması geliyor yalnız…
Her ne ise, zâten benim bilmem de çok önemli değil. Bütün gazetelerde, TV’lerde, konuşma ve sohbetlerde bu ıslaklık, rutûbet, nem hâkim tema oldu çıktı. Öyle ki, açık havada bile insan kendini saunada, buhar banyosunda sanmaya başladı.
Bu sıralar havalar da iyice bozuk gidiyor. Bir bakıyorsun gökler yıldız yıldız parlarken, arkasından ânîden sağanak bastırıyor. Sağanak ne ise de; bir sığınak bulunsa! Yâ, bu bizim memleket çok acâip! Olmadık zamanda en güvendiğin dağlara kar yağar. Kış ortasında bir yalancı bahar başlar, buna aldanan erikler, bâdemler erkenden çiçek açar. Sonra bakarsın, arkasından bir ayaz, bir don. Ne çiçek kalır, ne meyve. En güvenli, kayalık bölgede deprem olur. Sâhil şeridi sulara gömülür. Selden dere yatakları taşar; yollar, köprüler, menfezler harap olur.
Hadi, bu felâketler insan işi değil, desen; bakarsın bir gecede laiklik elden gidip şerîat gelebilir. İrticâ hortlayıverir. Bölücüler filân da var ayrıca. Olmadık işler bunlar. Ama, olamayacağı anlamına gelmez tabiî… Olağan işlerden sorarsan: gece yarısı, sabaha karşı, öğle vakti, ikindi veya akşam demez; muhtıra, e-muhtıra, post-modern darbe, ihtilâl vesâire olabilir. Başarırsan alkışlanırsın, beceremezsen kışkışlanırsın.
İmzâya gelince; ne o, ne bu! Az bir ıslaklık, bak nelere mâl oldu? Duyduğuma göre kaç kere söylemişler. Kendine dikkat et, ıslanma diye… Yağmurda şemsiyesiz gezerse işte böyle olur. Üstelik, yazlık kıyâfetle ve tedbirsiz bir şekilde yakalanmış bu yağmura… Umarım, üşütüp nezle filân olmaz! Ortalıkta bir de domuz gribi dolaşıyor. Gerçi bu gripten ölen bir domuza henüz rastlanmadı. Ama olsun, bakarsın ölümcül olur; Allah korusun. Daha yapacak çok iş varken, böyle berbat bir gripten gidivermek hoş olmaz. Düşünsene, mezar taşına: “Burada domuz gribinden telef olan Islak İmzâ yatıyor. Hayatının baharında solan bu çiçek için el-fâtiha.” gibilerden bir şeyler de yazılması hâlinde, kabristanda yatanlar bile güler…
Hani, paldır – küldür câmiye dalan Bektâşîye, adamın biri hâlinden şüphelenip sormuş: “Abdest aldın mı, erenler?” Bektâşî: “İnsan oğlu topraktan yaratılmıştır. Suyla oynamaya gelmez. Çamur oluverir.” diye cevâbı yapıştırmış ya… Bununki de o hesap. Islanmakla kalmadı, üstün başı da çamur oldu. Gel de çık şimdi, işin içinden! Çamuru temizlemek mümkün olsa bile, bâzen leke gölge gibi de olsa bir iz bırakıyor.
Birileri gözümüzün içine baka baka, Levent Kırca gibi, bir gözü ile silâhını gösterip, diğer gözü ile kulağımızı çekerek: “Ne ıslağı, ne imzâsı? Aklınızı kaçırıp, altınıza mı kaçırdınız! Bu düpedüz kuru, hem de kupkuru bir kâğıt parçasıdır.” diye bizi iknâ ederse, hiç şaşırmam…
Bakalım sonu nasıl bitecek!