Şerif Mardin her ne kadar İslamiyat araştırmalarıyla meşgul olsa da içten biri gibi onun kavramlarına çok aşina değil. Onun kavramlarıyla pek hitap edemiyor. Daha ziyade dıştan bakıyor. Bu açıdan sadece gelenekçi veya skolastik olmayan Bediüzzaman’ı iki kulaklı bir sisteme haiz biri olarak nitelendiriyor. Tespit yanlış değil. Sadece ifade biçimi, biçimsiz. Halbuki bu ifade İslam literatüründe var ve buna ‘zülcenaheyn’ denilir. Çift kulaklı değil çift kanatlı.
Taraf gazetesinden Neşe Düzel’e konuşan sosyoloji duayeni Şerif Mardin, Bediüzzaman’ın Nakşibendilik geleneği içinde değerlendirmesinin istenmesi üzerine şunları söylüyor: ”Said Nursi’nin bazı çok orijinal düşünceleri var ve bu konuda Nakşibendîlik’ten bir hayli ayrılmıştır. Mesela Nakşibendîler, Avrupa’da gelişmekte olan felsefî tartışmalara çok önem vermiş kimseler değil ama Said Nursi bu felsefî tartışmaların önemli olduğunu, İslam’la ilişkisinin araştırılması gerektiğini incelemiş olan bir adam. Ayrıca üç yüz bin kişiyi kendine çekebilmesi için o kişinin iki kulaklı olması lazım…” İki kulaklı ifadesi ile ne anlatmak istediğini de şöyle izah ediyor: ”Bir İslamî kulak, diğeri de modernlik kulağı. Said Nursi, modernliği de işitiyor. Dolayısıyla halkı kendisine çekebiliyor. Çünkü halkın bir kulağı modernliğe açık. Said Nursi, İslam’dan alınan öğütlere göre hareket ederek, modern dünyayı da bunun içine alıyor. İkisinin birden yapılabileceğine dair bir meşrulaştırmadır bu…”
Mevlana zülcenaheyn ifadesini başka bir benzetmeyle karşılar: Pergel benzetmesi. Burada da iki uç vardır. Uçlardan birisi Kur’an ve vahye sabitlenirken diğer ucu da kainatı dolaşmakta ve deveran etmektedir. Uçlardan birisi kitab-ı kainatı temaşa ederken diğer uç da kitabı münzel olan Kur’an-ı Kerim’in sahifeleri arasında gezinmekte ve deveran etmektedir. Dolayasıyla iki uç arasında ve iki kanat arasında denge sağlanmakta ve ilim ehli b kanatlarla pervaz etmekte ve kanat çırpmaktadır.
Bediüzzaman Şerif Mardin’in iki kulaklı dediği hususu şöyle anlatır: ”Risâle-i Nur’u anlamıyorlar. Yahut anlamak istemiyorlar. Beni, skolastik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben, bütün müsbet ilimlerle, asr-ı hazır fen ve felsefesiyle meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri hallettim. Hattâ bu hususta da bazı eserler telif eyledim. Fakat ben öyle mantık oyunları bilmiyorum. Felsefe düzenbazlıklarına da kulak vermem. Ben, cemiyetin iç hayatını, mânevî varlığını, vicdan ve imanını terennüm ediyorum. Yalnız Kur’ân’ın tesis ettiği tevhid ve iman esası üzerinde işliyorum ki, İslâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur. ..”
Dolayasıyla Bediüzzaman’ın anlayışı parçalı (şizofronik) değil bütüncül ve cami idi. Bu anlamda son yüzyıllarda hocalar skolastik bir vaziyete bürünerek günlerinden ve yaşadıkları dönemden kopmuşlardı. Bunlara genelde gelenekçi deniliyordu. Şerh ve haşiye ile meşgullerdi. Bir de bunlara mukabil taharri ve tesebbüt etmeden ve yeni sadece yeni olduğu için ona meftun olanlar vardı ve bunlar yeniye dört elle sarılarak nasları gelişigüzel tevil ediyorlardı. Bediüzzaman onlara da iltifat etmedi. Modern ile geleneği kucakladı ve barıştırdı.
Medresetü’z Zehra modelini nasıl mezc yani buluşturma üzerine kurulu ise dikey ve yatay olarak gelenek ile modernliği de mezcetmek istemiştir. Skolastik değildi ama modernist de değildi. Mesleği, disiplinler arasında, geçmişle gelecek arasında, dini ilimlerle müspet ilimler arasında rabıta ve köprü kurmayı gerektiriyor. Ve onları, birbirine karışmadan yani yan yana değil iç içe yaşamaya davet ediyor. Elbette Şerif Mardin doğru görmüş ama adını tam koyamamış.
Murat Belge ise belgesiz, mesnetsiz bir biçimde ‘Said Nursi masalı’ derken onu tetkik eden Şerif Mardin en azından tetkikatının bereketini görmüş. Masal diye maval okumamış. Tam benimsemese de bigane de kalmamış, kalamamış. Anlamak için meşk etmek gerekiyor. Mardin de bunu yapmış.