Yaşadığımız hayat şartlarımızın, dünya görüşümüzün, bakış açımızın sık sık değiştiği bir coğrafyada yaşıyoruz. Küçük olayların bile sarstığı, hafif rüzgârların bile yerle bir ettiği değer yargılarına sahibiz. Zeminimiz sağlam değil, ayaklarımız yere sağlam basmıyor. Bahaneler buluyoruz yalanımıza şahitlik edecek. Gelişen çağ diyoruz, hayat mücadelesi diye devam ediyoruz. Geçim zor diyoruz sonunda.
Ne zaman ki yüzümüzü batıya dönmeye başladık, girdap da dönemeye başladı o günden beri. Kapılanı içine alan, cezbeden bu girdap, hızını kesmeden çalışıyor ve hayatın büyük bir bahanesi olarak karşımızda duruyor.
Edebiyat olarak da farklı bir durum yok ortada. Batıya açılma hevesi edebiyatımızı da içine aldı, hem de tümüyle. Klâsik edebiyat dediğimiz dönemden batıya geçişimiz, ülke yönetiminin batıya olan yönelişiyle aynı zamana rastlar. Tanzimatla birlikte bir bir kopan değer yargıları, yabancılaşmanın da ilk adımları olmuştur. Şiir olarak klâsik şekilleri bırakan şairler, belki de ne olduğunu bile tam olarak algılayamadıkları Fransız malı şiir türlerine geçiş yapmışlar, bu heves bir süre de olsa etkili olmuştur. Edebiyatçılar arasında bir moda olan batıya -özellikle Fransa’ya- açılma tutkusu da ne yazık ki çoğu edebiyatçıyı kuşatmış ve yolunu bulan, nefesi Fransa’da almıştır.
Bir dönemlerin yüzbin beyitleri bulan mesnevileri de yerini romana bırakmış, birkaç çeviri roman denemesinden sonra kalem erbabı yazarlar kollarını bu kez roman için sıvamışlardır. İlk roman örnekleri, ülkenin içinde bulunduğu durumdan dolayı “vatan –millet” konusunu ele almışsa da daha sonra her konuyu içine alan geniş bir yelpazeye kavuşmuştur.
İlk roman örneklerine bakılacak olursa bu romanlar konu itibariyle ortak bir şablondan çıkmışçasına benzerlik göstermektedir. Batıya açılan yeni ve genç ülkenin genç insanlarının içine düştükleri Batı hayranlığının kötü etkileri en rağbet gören konular arasında tutulmuştur. ( Araba Sevdası, Kiralık Konak, Fatih-Harbiye, Yaprak Dökümü, Aşk-ı Memnu…)
Ülkenin yaşadığı savaş ve bu savaşın insanlara olan etkilerini işleyen romanlar; savaş sonrasının en revaçta konusu olmakta gecikmemiştir. Bu romanların neredeyse tümündeki ortak tavır; cahil, kirli, görgüsüz, gerici Anadolu insanıdır. ( Küçük Ağa, Ateşten Gömlek, Yaban, Nur Baba, Yeşil Gece, Süngülerin Gölgesinde…)
Bunların dışında konusu sosyal yaşantıya dayanan, köy yaşantısın konu edinen ve bildik konuları işleyen romanlar art arda gelmiştir. ( Kuyucaklı Yusuf, Sürgün, Çalıkuşu, Kalp Ağrısı…)
Edebiyatımızın yaşadığı roman serüveni daha onlarca bölüme ayrılarak sürüp gider. Sayısız ürünün verildiği roman türünde nerdeyse Tanzimat’tan günümüze uzanan çizgide gönül rahatlığıyla; “Şu roman da bizi anlatıyor.” diye bir kenara ayırabileceğimiz bir romana rastlamak güçtür. Batıyı gördükçe, batılı romanları okudukça ne yazacağını şaşıran, kendini her vadiye sürükleyen yazarların “Eylül”, “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu”, “Zehra” gibi psikojik romanlara yönelmeleri de normal karşılanabilir. Çehov okudukça ilhamı artan ve mahalle kavgalarının hikâye ve romanlarını yazan yazarlarımız da yine mazur görülmesi gerekenler arasında sayılabilir.
Romanımızın bu değişken tarihi hızını kesmeden günümüzde de devam etmektedir. Her yıl sayısız roman yayınlanmakta ve bırakın okumayı, adını bile hatırlayamadığımız eserler raflardaki yerini almaktadır.
Romanımızın durumu yaşanan şartlara göre değişse de sonuç olarak denebilir ki; edebiyatımız roman olarak kendini tekrarlayan, Batıyı tekrarlayan ve kendiyle çelişen bir durumdadır. Okunacak roman tavsiye ederken, Türk yazarlarından önce yabancı yazarları sıralamamız da bu yüzden olsa gerek. Aslı dururken kopyasını okumak; geçelim.