Yer Altından Notlar, Dostoyevski’yi edebiyat dünyasına tanıtan eseri. Suç ve Ceza gibi ona asıl şöhretini kazandıran metinleri yazmadan önce, onların “Geliyorum!” sinyalini veren romanı. Bu roman, küçük hacmiyle birlikte, içerisinde insana/fıtrata dair enteresan tesbitler barındırıyor. Benim için kitabı unutulmaz yapansa, kendime dair bir hissin kelimelerle en güzel tarifini bulduğum şu cümlesidir: “Okumak, bana uygun tek dış etkiydi.”
Okumanın bazı insanlar üzerindeki etkisi, hakikaten dinlemekten fazla. Aslında okumayı bu denli cazibedar kılan biraz da yazardan kopmuş ve kendi başına bir hakikati ifade eder hale gelmiş hali.
Metnin kendinde başlayan ve biten sorumluluk alanı, sizi, onu daha savunabilir, izah edebilir veya yanlışını gösterebilir hale getiriyor. Ama kişiler hep böyle değil. Kişilerin bütün hayatını kuşatamazsınız. Onların her an’ına şahit olmanız ve bu an’ların tamamını savunmanız mümkün değildir. (İlla ismetle korunuyor olmasın.) Bu yüzden kişiler yerine metinlerle etkileşime girmek, metinlerin rehberliğinde yürümek, talebelik açısından daha sağlıklı.
“Ve madem ehl-i dalâlet ve tuğyan, işlerine gelmeyen bir eseri, eser sahibini çürütmekle eseri çürütmek âdetleridir. Elbette, semâ-yı Kur'ân'ın yıldızlarıyla bağlanan risaleler, benim gibi çok itirazâta ve tenkidâta medar olabilen ve sukût edebilen çürük bir direkle bağlanmamalı.”
Külliyata aşina olanlar bilirler; Risale-i Nur mesleği, sözden ziyade yazıya, sohbetten ziyade metinler üzerinden kurgulanmış bir ilişkiye dikkat çeker. Bediüzzaman’ın, kendisini ziyaret etmek isteyen talebelerine önerdiği, yine bu şekilde, metinler üzerinden bir ilişkidir. Mektupları içinde mükerrer, Risale-i Nur’dan birkaç sayfanın okunmasını, kendisiyle yapılmış sohbetlere tercih ettiğini belirtmesi, bu kanaatimize ayrıca destek veriyor. (Ama illa o okuma, gazete okuması gibi yüzeysel olmaya.)
Tekrar eden bu vurgu, Bediüzzaman’ın, oluşturmak istediği takipçi kitlesinin bir dinleyici değil, okuyucu kitlesi olduğunu da gösteriyor bizlere. Bu yüzden, kanaatimce, lahikalar içinde verdiği her nasihat, ideal bir nur talebesini tarif ettiği kadar, “İdeal bir okur nasıl olmalı?” sorusunun cevabını da veriyor. Risale metinleri bu gözle de tetkik edildiğinde alınacak çok güzel dersler var. Ben, bunlardan birkaçını, bugünlerde anlamaya çalıştığım Barla Lahikası’ndaki ‘bahtiyar doktor’ mektubunda buldum sanırım. Özellikle şu paragrafta:
“Hem madem Sözler senin vicdanınla konuşabilirler. Herbir Sözü, şahsımdan değil, belki Kur’ân’ın dellâlından sana bir mektuptur ve eczahane-i kudsiye-i Kur’âniye’den birer reçetedir farz et. Gaybûbet içinde hâzırâne bir musâhabe dairesini onlarla aç.”
Dikkat ederseniz, bu paragrafta Bediüzzaman Hazretleri; eserlerini yeni keşfetmiş bir okuruna, bir nüans öğretiyor ‘verimli ve müdakkik okur olma’ hususunda: “Herbir Sözü, şahsımdan değil, belki Kur’ân’ın dellâlından sana bir mektuptur ve eczahane-i kudsiye-i Kur’âniye’den birer reçetedir farz et...” diyor. Burada, bir taraftan hidayetin asıl adresinin vahy-i ilahî olduğunun altını çizmekle birlikte, ikinci bir taraftan da şu dersi veriyor: “Metinleri, yazarına bağlama. Yazılış amaçlarını ve neyi anlatmaya çalıştıklarını konsantre ol. Böylece metin sana asıl yüzünü ve tesirini gösterecektir.”
Bu metni her okuyuşumda farklı pencereler açılıyor zihnimde. Mesela şimdi de yazar, okur ve kitap ilişkisinde, yazarın yerine hakikatin geçtiği; hakikat, okur ve kitap üçlüsünün vurgulandığı bir düzlem düşünüyorum. Burada, belki, Risale metinlerini ve Bediüzzaman misal yazarları ele aldığımda örneklemem anlamlı gelmiyor. Ama tüm yazarlar böyle falsosuz yaşamış insanlar mıdır? Ve daha önemlisi; yazarın falsosu, anlattığı hakikati etkilemeli midir?
Şimdi, yukarıda anlattığım 'Bediüzzaman ve oluşturmaya çalıştığı okur sınıfı' penceresinden meseleyi ele aldığımda, onun öğretmek istediklerinden birisinin de sağlıklı bir okur olma anlamında yazarla metninin arasını açmak olduğunu düşünüyorum. Her kim okunursa okunsun, her kimin metnine bakılırsa bakılsın, müelliften ötede, hakikatin özüne bakılması, metnin mana-yı harfî haline gelmesi, mizana vurulması, altınsa alınması ve değilse atılması sanki burada da ders veriliyor. (Yığınla anonim bilginin her gün zihinlerimize aktığı bir dünyada, sahip olunması gereken bir meziyet bu.)
Kişilerin kutsiyeti üzerine inşa edilmiş kazıye-yi makbule tarzı derslerin vakti geçmiş, gidiyor. Bilgi kirliliği, genel kültür maskesi altında, her yerde. (Alanında otorite sayılanların/dayatılanların kırdığı potları okuyoruz her gün.) Öyleyse bunun yerine bürhan-ı yakiniyi nasıl koyacak ve nasıl böyle metinleri tanıyacağız? Cevabı sanıyorum bu mektubun satırları arasında gizli: "Yazarını, metinden ayır. Sohbeti, söyleyenden ayır. İçinden yine bal akıyorsa, o burhandır. Yazarı gaybında kalsa da, hakikatle her zaman hazırane muhatap olabilirsin.”