Neden dünya herkese terakki dünyası olsun da, yalnız bizim için tedennî dünyası olsun?
Bediüzzaman’ın müjdeli haberlerinden rahatsız olan bazı zatlar sual edip derler ki; “İfrat ediyorsun, hayali hakikat gösteriyorsun. Bizi de teçhil ile tahkir ediyorsun. Zaman âhirzamandır, gittikçe daha fenalaşacak”
Bediüzzaman, Münazarat isimli eserinde de yer aldığı gibi bu zatlara şu cevabı verir:
“Neden dünya herkese terakki dünyası olsun da, yalnız bizim için tedennî dünyası olsun? Öyle mi? İşte, ben de sizinle konuşmayacağım. Şu tarafa dönüyorum; müstakbeldeki insanlarla konuşacağım.
Ey üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sâkitâne Nurun sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafî-i gaybî ile bizi temâşâ eden Said’ler, Hamza’lar, Ömer’ler, Osman’lar, Tâhir’ler, Yûsuf’lar, Ahmed’ler, ve saireler!
Sizlere hitap ediyorum.
Başlarınızı kaldırınız, "Sadakte" deyiniz.
Ve böyle demek sizlere borç olsun.
Şu muâsırlarım, varsın beni dinlemesinler.
Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizinle konuşuyorum.
Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz.
Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır.
Biz, hizmetimizin ücreti olarak sizden şunu bekliyoruz ki: Mazi kıt’asına geçmek için geldiğiniz vakit, mezarımıza uğrayınız; o bahar hediyelerinden birkaç tanesini medresemin mezartaşı denilen ve kemiklerimizi misafir eden ve Horhor toprağının kapıcısı olan kalenin başına takınız. Kapıcıya tenbih edeceğiz; bizi çağırınız. Mezarımızdan (henien leküm- ne mutlu size) sadâsını işiteceksiniz.
Şu zamanın memesinden bizimle süt emen ve gözleri arkada maziye bakan ve tasavvuratları kendileri gibi hakikatsiz ve ayrılmış olan bu çocuklar, varsınlar, şu kitabın hakaikini hayal tevehhüm etsinler.
Zira ben biliyorum ki, şu kitabın mesâili hakikat olarak sizde tahakkuk edecektir.
Ey muhataplarım! Ben çok bağırıyorum. Zira asr-ı sâlis-i aşrın (yani on üçüncü asrın) minaresinin başında durmuşum; sureten medenî ve dinde lâkayt ve fikren mazinin en derin derelerinde olanları camie dâvet ediyorum.
İşte ey iki hayatın ruhu hükmünde olan İslâmiyeti bırakan iki ayaklı mezar-ı müteharrik bedbahtlar!
Gelen neslin kapısında durmayınız.
Mezar sizi bekliyor, çekiliniz.
Tâ ki, hakikat-i İslâmiyeyi hakkıyla kâinat üzerinde temevvüc-sâz edecek olan nesl-i cedid gelsin!”
Tunus’ta başlayan Mısır, Yemen ve Libya’da devam eden özgürlük ve halk hareketleri birçok sıkı diktatörlüğü hak ile yeksan eyledi. Acımasızca kendi halkını sömüren ve her türlü zulmü reva gören yöneticiler, şimdi ya ülke dışına kaçmış ya da hâkim karşısında hesap vermeye çalışıyor. Suriye ve Mısır’daki darbeci diktatörler ise gün saymakla meşguller.
Batılı ülkelerin demokrasiye geçmeye çalışan bu ülkelere başlangıçta destek vermiş olmaları, onların özgürlük mücadelesine leke düşürmez. Asıl lekeyi bu vahşî sömürü düzenini İslâm’a lâyık gören anlayış sergilemektedir. 21. yüzyıla girdiğimiz şu günlerde Müslümanları ve Arapları kendi hak ve hukukunu bilmeyecek kadar küçük gören kendini beğenmiş Avrupa meftunlarına Bediüzzaman’ın 100 yıl önce söylemiş olduğu sözleri sarf etmek gerekir.
Hiç şüpheniz olmasın, pek yakında Esad rejimi de yıkılacak ve akıttığı masum insanların kanlarının cezasını ölmez ise bu dünyada da çekecektir.
Komşu Arap ülkelerindeki bu uyanış hareketleri ile birlikte bütün dünyada hatta Türkiye’de dahi büyük değişiklikler meydana gelmektedir. Batı dünyası ve ABD büyük bir ekonomik kriz yaşamakta, devamlı surette karşılıksız para basarak krizin etkilerini hafifletmeye çalışmaktadırlar.
Fakat bu geçici tedbirler Kapitalist Batı toplumlarını kurtaramaz. Sel suları gibi önüne gelen her şeyi silip süpüren krize karşı belki birkaç yıl erteleme işlevi görür, o kadar. Bediüzzaman’ın “ecir” devri olarak tarif ettiği kapitalist ve sosyalist sistem çökmek üzeredir.
Rumuz isimli eserinde kapitalizme “ences” yani “en pisliği” diyerek mahiyetini ifade eden Bediüzzaman, “necis” dediği sosyalist düzenin sonrasında ortaya çıkacağı söylenen sınıfsız toplumun dahi çökeceğini ifade etmiştir. Komünizm, sömürü sistemini kapitalizme nazire edercesine en fena şekliyle gözler önüne sermiş beklentileri boşa çıkarmıştır.
İşte Çin, en acımasız bir şekilde çok uluslu şirketlerin para hırsının kurbanı olmuş zavallı insanlar diyarı… Ülkenin çok büyük bir bölümünde perişanlık kol geziyor. Sadece maddi felaketler mi? Hayır bundan daha kötüsü Mao’nun miras bıraktığı dehşetli dinsizlik hastalığı bu 1,5 milyarlık ülkeyi yaşanmaz hale getirmiştir.
Bir kaç yıl önce gemimizin tersane onarımları dolayısıyla üç-dört aya yakın bir süre Çin’de çalışmak zorunda kaldım. Gördüğüm acı gerçek şu idi; ucuz işgücü dolayısıyla büyük sermaye grupları bu ülkeye akın etmiş her yeri soyup soğana çevirmeye başlamış…
Zavallı Çinlilerin elinde kut-u lâyemut, yani ölmeyecek kadar bir şey kalmakta, çevre başta olmak üzere insanlar, canlı ve cansız bütün varlıklar acımasızca sömürülmektedirler.
2008 yılında başlayan ekonomik kriz dalga dalga bütün dünyaya yayılmaktadır. Büyük sermaye grupları devletlerin kendilerini kurtarmasını beklemekte, fakat zaten iflâsın eşiğine gelmiş olan hükümetler imdat çağrılarına cevap bile vermemektedirler.
Peki, bu ekonomik ve sosyal yangının sonucu ne olacaktır? Bediüzzaman’ın eserlerinden istifade ederek cevap verelim;
“Mütenebbih [uyanmış] olan beşer, dinsiz olamaz; lasiyyemma [hususan] uyanmış, insaniyeti tatmış, müstakbele ve ebede namzet olmuş adam dinsiz yaşayamaz…
Herkeste Din-i hakkı bulmak için bir meyl-i taharrî [araştırma meyli] uyanmıştır. Demek ki istikbalde nev-i beşerin din-i fıtrîsi İslâmiyet olacağına beraatü’l-istihlâl [iyi alâmet] vardır” (Münâzarât)“
Akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette bürhan-ı aklîye [aklî delillere] istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur’ân hükmedecek” (Emirdağ Lâhikası)
“Ümitvâr olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm’ın sadası olacaktır.” (Sünuhat)
Bediüzzaman’ın müjdeleri sadece bu kadar değildir fırsat buldukça bunları dile getirmeye çalışacağım. Lâkin halen yaşadığımız bu geçiş süreci biraz sancılı olacaktır. Nasıl ki insanlık eski devirlerde esirlik istememiş kanıyla parçalamıştır. Şimdi ecir olmuştur; onun yükünü çekmektedir. Fakat onu da parçalamaktadır.
“Devletler milletlerin hafif olan muharebesi, tabakat-ı beşerin şedid [şiddetli] olan harbine terk-i mevki ediyor”. Demek ki insanlar kölelikten ve esirlikten kurtulurken çok zahmet çekmişler, fakat malikiyet ve serbestlik dönemine geçerken daha şiddetli ve sancılı bir dönem geçireceklerdir.
Sosyal sınıfların şiddetli mücadelesine şahit oluyoruz ve olacağız. Bu kısımdaki konuları şimdilik kısa kesip tez konum olan malikiyet ve serbestiyet dönemi nasıl bir dönemdir tartışmaya açayım:
1-İktisadî manada malikiyet; halk çoğunluğunun küçük de olsa mülk sahibi olması, yani işyeri ve evinin sahibi olması, hatta tam bir serbestiyet içinde teşebbüs hürriyetinin genişlemesi olarak düşünebiliriz.
2-Siyasî manada; hak ve hürriyetlerin alabildiğince genişleyip kitleler içinde faydalanır hâle gelmesi, kısaca demokratikleşme olarak anlayabiliriz.
3-Hukukî manada; kişilerin sözleşme ile belirledikleri hukukun daha da önem kazanması, özel yargı organları (tahkim gibi) çok hukukluluğun gündeme gelmesi düşünülebilir.
4-Kültürel anlamda; çok kültürlülük, mahallî ve otantik kültürlerin önem kazanması, kültürler arası diyalog ve etkileşimin artması şeklinde görebiliriz.
Evet “İnsaniyet bir derece tecellî etti. Beşaret [müjde] veriyor ki: Asıl insaniyet-i kübrâ [en büyük insaniyet] olan İslâmiyet, sema-i müstakbelde [geleceğin semasında] ve Asya’nın cinanı [cennetleri/bahçeleri] üzerinde bulutsuz güneş gibi pertev-efşan [ışık saçan] olacaktır” vesselâm…