Beşinci Suâl: Adil ve Rahîm, Kadîr ve Hakîm, neden hususi hatâlara hususi ceza vermeyip, koca bir unsuru musallat eder. Bu hal cemâl-i rahmetine ve şümûl-ü kudretine nasıl muvâfık düşer?
Elcevap: Kadîr-i Zülcelâl, herbir unsura çok vazifeler vermiş ve herbir vazifede çok neticeler verdiriyor. Bir unsurun birtek vazifesinde, birtek neticesi çirkin ve şer ve musîbet olsa da, sâir güzel neticeler, bu neticeyi de güzel hükmüne getirir.
Eğer, bu tek çirkin netice vücuda gelmemek için, insana karşı hiddete gelmiş o unsur, o vazifeden men edilse; o vakit o güzel neticeler adedince hayırlar terk edilir ve lüzumlu bir hayrı yapmamak, şer olması haysiyetiyle, o hayırlar adedince şerler yapılır. Tâ birtek şer gelmesin gibi; gayet çirkin ve hilâf-ı hikmet ve hilâf-ı hakikat ve kusurdur. Kudret ve hikmet ve hakikat kusurdan münezzehtirler.
Mâdem bir kısım hatâlar, unsurları ve arzı hiddete getirecek derecede bir şümûllü isyandır ve çok mahlûkatın hukukuna bir tahkirli tecavüzdür. Elbette o cinâyetin fevkalâde çirkinliğini göstermek için, koca bir unsura, küllî vazifesi içinde "Onları terbiye et" diye emir verilmesi ayn-ı hikmettir ve adâlettir ve mazlumlara ayn-ı rahmettir.
Altıncı Suâl: Zelzele, küre-i arzın içinde inkılâbât-ı mâdeniyenin neticesi olduğunu ehl-i gaflet işâa edip, âdetâ tesadüfî ve tabii ve maksadsız bir hâdise nazarıyla bakarlar. Bu hâdisenin mânevî esbâbını ve neticelerini görmüyorlar; tâ ki intibâha gelsinler. Bunların istinad ettiği maddenin bir hakikati var mıdır?
Elcevap: Dalâletten başka hiçbir hakikati yoktur. Çünkü, her sene elli milyondan ziyâde münakkaş, muntazam gömlekleri giyen ve değiştiren küre-i arzın üstünde binler envâın birtek nevi olan, meselâ, sinek tâifesinden hadsiz efrâdından birtek ferdin yüzer âzâsından birtek uzvu olan kanadının kasd ve irâde ve meşîet ve hikmet cilvesine mazhariyeti ve ona lâkayd kalmaması ve başıboş bırakmaması gösteriyor ki, değil hadsiz zîşuurun beşiği ve anası ve mercîi ve hâmisi olan koca küre-i arzın ehemmiyetli ef'âl ve ahvâli, belki hiçbir şeyi, cüz'î olsun küllî olsun, irâde ve ihtiyâr ve kasd-ı İlâhî haricinde olmaz. Fakat, Kadîr-i Mutlak, hikmetinin muktezâsıyla, zâhir esbâbı tasarrufâtına perde ediyor.
Zelzeleyi irâde ettiği vakit, bâzan da bir mâdeni harekete emredip, ateşlendiriyor. Haydi mâdenî inkılâbât dahi olsa, yine emir ve hikmet-i İlâhî ile olur; başka olamaz.
Meselâ, bir adam, bir tüfek ile birisini vurdu. Vuran adama hiç bakılmasa, yalnız fişekteki barutun ateş alması noktasına hasr-ı nazar edip, bîçare maktûlün büsbütün hukukunu zâyi etmek, ne derece belâhet ve divâneliktir; aynen öyle de, Kadîr-i Zülcelâlin musahhar bir memuru, belki bir gemisi, bir tayyâresi olan küre-i arzın içinde bulunan ve hikmet ve irâde ile iddihar edilen bir bombayı, ehl-i gaflet ve tuğyânı uyandırmak için, "Ateşlendir!" diye olan emr-i Rabbânîyi unutmak ve tabiata sapmak, hamakâtın en eşneidir.
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLER:
AHVÂL : Haller, durumlar.
ÂZÂ : Üye; organ, bedenin her bir uzvu.
BELÂHET : Ahmaklık, düşüncesizlik, ne yaptığını iyi bilememek.
CEMÂL-İ RAHMET : Rahmet ve şefkat güzelliği, İlâhî rahmetteki güzellik.
DALÂLET : Hak ve hakîkatten, dinden sapma, ayrılma; azma.
EF'ÂL : Fiiller, hareketler.
EFRÂD : Fertler, şahıslar.
EHL-İ GAFLET : Gaflete dalanlar, habersiz ve dikkatsiz olanlar, Allah'a ve emirlerinde aldırış etmeyenler.
ENVÂ : Çeşitler, türler, cinsler, nevîler.
ESBÂB : Sebepler.
EŞNE : Çirkinin en çirkini.
HAMAKAT : Ahmaklık. Anlayışsızlık. Budalalık.
HÂMİ : Koruyan, himâye eden.
HASR-I NAZAR : Nazarı belli bir noktaya sarf etme, sadece bir şeye bakıp dikkat etmek.
HAYIR : İyilik. Faydalı iş.
HAYSİYET : İtibâr, değer, şeref, kıymet, derece, mertebe; cihet, bakım.
HİKMET : Felsefe, ilim; gayeli olma, faydalılık.
HİLÂF-I HAKİKAT : Gerçeğe zıt.
HİLÂF-I HİKMET : Hikmete zıt.Bilime zıt.
İDDİHAR : Biriktimek, toplamak, depolamak.
İNKILÂBÂT : İnkılâplar, değişiklikler.
İNKILÂBAT-I MÂDENİYE : Madenlerin değişmesi.
İNTİBÂH : Uyanıklık, hassasiyet.
İRÂDE : İsteme, arzu etme, bir şeyi yapmak veya yapmamak için olan iktidar, güç.
İSTİNAD : Dayanma, güvenme.
İŞÂA : Bir haberi yayma, duyurma.
KADÎR-İ MUTLAK : Kudreti mutlak olan ve herşeye gücü yeten, sonsuz kudret sahibi Allah.
KADÎR-İ ZÜLCELÂL : Büyüklük sahibi ve herşeye gücü yeten Allah.
KÜLLÎ : Bütüne mensup parçalardan ve fertlerden meydana gelen, umumî, bütün.
KÜRE-İ ARZ : Yerküre; dünya.
LÂKAYD : Karışmayan, kıymet ve ehemmiyet vermeyen, ilgisiz.
MAKTUL : Öldürülmüş, katledilmiş olan.
MAZHARİYET : Sahip ve nâil olma, elde etme, başarı; bir şeyin göründüğü yer oluş.
MERCÎ : Başvurulacak yer, dönülecek yer, merkez, kaynak.
MEŞÎET : Dilemek, irâde, arzu, matlûb, murad, istek.
MUKTEZÂ : Gereken, lâzım gelen, îcap eden.
MUNTAZAM : Düzene girmiş, intizamlı.
MUSAHHAR : Emre verilmiş, itaatkâr, fethedilmiş, birine bağlanmış.
MUSALLAT : Rahatsız eden, sataşan.
MUSÎBET : Belâ, felâket, hastalık, dert, sıkıntı, ezâ, başa gelen acı durumlar.
MUVÂFIK : Uygun olan, uyan, kabullenen.
MÜNAKKAŞ : Nakışlı, nakışlanmış. İşlemeli.
MÜNEZZEH : Kusur ve noksanlıktan uzak olan, hiçbir şeye muhtaç olmayan, pâk, kusursuz.
NEV : Çeşit, sınıf, cins, tür.
ŞERR : Kötülük, günahkârlık.
ŞÜMÛL : Kaplamak, içine almak.
ŞÜMÛL : Kaplamak, içine almak.
TAHKİR : Hakaret etme, horlamak, aşağılamak.
TASARRUFÂT : Tasarruflar, idare etmeler, idâreyle kullanmalar.
TAYYÂRE : Uçak.
TECÂVÜZ : Haddini aşma; söz veya hareketle ileri gitme, saldırma.
UNSUR : Birşeyin parçası; kök, esas madde, element.
ZELZELE : Sarsıntı. Deprem.