Prof. Dr. Yunus Çengel'in yazısı:
Neden ve nasıl ilim?
"Kâinat kitabı daha fazla, daha geniş ve daha derinlemesine okunabildiği, ayrıca, bilgi çok daha hızlı üretilip iletildiği için, asrımıza bilgi çağı da denmektedir.1 Geçmişte zenginliğin ölçüsü sahip olunan tabiî kaynaklar ve beden gücüydü; zenginleşmenin yolu bunlara, bilhassa toprağa daha çok hükmetmekten geçiyordu. Tarım ve sanayi devrimleri mekanik bilimlerdeki gelişmeyi tetikledikten sonra, hammaddenin değerini kat kat arttıran ve kendisi de büyük bir katma değer getiren sanayileşme zenginliğin yeni ölçüsü oldu. Yirminci asrın ikinci yarısından itibaren bilhassa Batı'da eğitime ve bilime ağırlık verilmesiyle, bilgi üretimde ön plâna geçti ve yüksek teknoloji ürünlerinde hammaddenin kıymeti, bilginin yanında çok küçük kaldı. Meselâ iki tonluk bir uydunun değeri 200 milyon dolar civarındadır (Yani kilosu 100 bin dolar). Kullanılan malzemenin kilosunun sadece birkaç dolar olduğu dikkate alınırsa, bilgi ve becerinin kıymeti kolayca görülür. Üretim sürecindeki bu değişikliği fark eden ve bilim-teknoloji üreten ülkeler bilgi-tabanlı ekonomiye geçmeye çalışmaktadırlar. Bu ülkelerde en güçlü firmalar, araştırma-geliştirmeye (AR-GE) büyük para ayıranlardır. Bunun için de, coğrafya ayırt etmeksizin, üstün kâbiliyetli, çalışkan ve bilgiyle donanımlı gençleri câzip tekliflerle dünyanın dört bir yanından devşirmektedirler.
Batı'da bilgi, ülkeler ve firmalar için olduğu kadar, fertler için de bir kalite ve gelişmişlik ölçüsüdür. Uzun yıllar alan eğitim sürecinde, akıl dünyevî bilgiyle buluşturulmuş, maddî süreçlerin işleyişini çözümleyen bir zihniyet gelişmiştir. Dolayısıyla ekonomik bir aklın hâkimiyetine izin veren bir bilgi altyapısı oluşmuştur. Bu yüzden, maddî refah seviyesi yüksek ülkelerde çocukların okul-öncesi eğitimine de önem verilmektedir. Fakat varlıklara ve hâdiselere sadece maddî ve ekonomik mülâhazaların ışığında bakmak yeterli değildir. Çünkü her şeyin maddî ve mânevî olmak üzere en az iki ciheti vardır. İnsan hayatının bütünlüğü açısından, kâinata mânevî bilgi ışığıyla bakmanın insana kazandıracağı aydınlık, görme özürlü bir kişinin gözlerinin açılıp maddî âlemi temaşa edebilmesinden aşağı değildir. Mânevî dünyalara ait cehalet karanlığından aydınlığa çıkmanın verdiği ferahlık, karanlık bir bodrumdan yukarıdaki aydınlık bir daireye çıkmanın verdiği ferahlıktan geri kalmaz. Toplumları aydınlatmada münevverlerin yaydığı ilim güneşi, gökteki güneşin verdiği ışıktan daha önemlidir. Bu yüzden, ilim tahsilinin temel gayesi ve neticesi, insanın kalb, akıl ve ruh âleminin tamiri, inşası, imarı ve aydınlatılmasıdır. İnsanlığa lâyık en ulvî faaliyet, ilim ile meşguliyettir.
İnsan fıtraten meraklı ve heyecanlı bir varlıktır; yeni şeyler öğrenmeye ve yükselmeye değişik derecelerde meyli ve şevki vardır. Hayvanlardan farklı olarak insanlarda bildiğimiz maddî mide ile beraber çok sayıda mânâ midesi vardır. Akıl bu midelerin önde gelenlerindendir. Akıl midesinin gıdası ilimdir ve aklen gelişkin bir insanın aklıyla ilim yemekten aldığı haz, ağzıyla yediği lezzetli bir yemekten aldığı hazdan daha az değildir. Beden midesi belli bir miktar yemek yendikten sonra doyar ve yemeğin miktarı biraz kaçırılırsa rahatsız olur. Akıl midesi için ise, bir sınır söz konusu değildir. Ömür boyu ilim yese yine doymaz. Hattâ yedikçe daha da gelişir ve daha çok yemek ister.
Böylelikle hayat bir ilim ziyafeti olur ve kişi kalbde hissedilen nezih bir haz ile apaydınlık bir iç âlemde yaşar. Biyolojik göz, bildiğimiz maddî ışık vasıtasıyla varlıkların sadece görünen yani dış yüzünü görür. Bu göz karanlıkta göremez, ışık olmasaydı gözün varlığı mânâsız olurdu. Bol ışıklı yerlere giderek ve görülen âlemdeki güzel manzaraları seyrederek gözden azamî istifade edilir. Işık vasıtasıyla olan bu göz ziyafeti bir ışık âleminin varlığını gösterir ve onun kaynağına işaret eder. Gündüzleri dışarıdaki her şeyi açıkça görmemiz, güneşten gelen ışığın her yere ulaşıyor ve alınıp yansıtılıyor olmasındandır. Varlıkların dış yüzlerinin görülebiliyor olması, etrafta bir ışık katmanının varlığını gösterir. Çünkü lâmba ve bazı radyoaktif maddeler gibi kendinden ışık saçanlar dışında varlıkların yapılarında ışık yoktur. Dolayısıyla güneş batınca veya lâmbalar söndürülünce bütün varlıklar âdeta karanlığa gömülür. Doğuştan görme özürlüler için ise varlıklar bir muammadır. Görmenin ne büyük bir haz ve nimet olduğu görme duyusu kaybedilince anlaşılır.
Görmenin bir başka çeşidi, göz yerine akıl ile görmektir, bu da maddî ışıkla alâkası olmayan mânevî ilim ışığı ile olur. Fizikî âlemdeki ışık varlıkların dış yüzünü ve fizikî özelliklerini, ilim ışığı ise varlıkların iç yüzünü ve hikmetini gösterir. Evet, çağımız bilgi çağıdır, araştırmalar neticesi varlık ve hâdiseler hakkındaki bilgimiz her geçen gün artmaktadır. Pozitif bilimlerde ilk adım gözlemdir. Atomdan galaksilere her şeyin sağlam bir ilmî yapısı vardır ve her şey âdeta bir ilim ağı ile örülmüştür. İlim faaliyeti, varlıkların bu ilmî vücudunu tam ve doğru olarak ortaya çıkarma gayretidir. Bu da varlıkların yapısındaki bilgi pırıltılarını gözlemlemek ve bunların kaynağı olan ilim güneşini akıl gözüyle görebilmektir. Meselâ bir hücrenin kütlesi bir gramın milyarda biri kadardır. Ama bu çok küçük hücrede gözlenen ilim, ciltlerce kitabı doldurmakta ve bu ilmin hacmi her geçen gün artmaktadır. Bir başka deyişle kâinat bir ilim sofrası, okunmayı ve anlaşılmayı bekleyen hikmet dolu bir kitaptır.
Cep telefonu denince, akla, parçaları hassas ölçülerle yapılmış ve uyumlu şekilde bir araya getirilmiş bir teknoloji harikası gelir; yoksa o telefonun temel yapıtaşları olan karbon, hidrojen, bakır vs. atomları değil. Telefonu telefon yapan hususiyetin maddeden ziyade bilgi olduğunu anlamak için birbirinin aynı olan iki cep telefonu alalım, bunlardan birisini iyice ezerek toz hâline getirelim. Sonra da bu iki telefon arasında bir fark olup olmadığını soralım. Herhalde böyle bir soru çok tuhaf bulunur ve telefonun bir toz yığını ile mukayese edilemeyeceği söylenir. Her iki telefon da toz yığını hâline getirilip, bir kimya lâboratuvarında analiz edilecek olursa, her ikisinin de eşdeğer olduğu raporu gelecektir. Aralarındaki fark, kullanılan maddeyi bir araya getirme bilgisidir. Demek ki, ezilmiş telefonun toz yığınında olmayan her özellik mânâ ve bilgiyle alâkalıdır ve bu bilgi yanında telefonun maddesinin kıymeti yok denecek kadar azdır. Telefona ödenen para da aslında maddî kıymetine değil, bu bilgiye ve göreceği fonksiyonadır. Gerek telefonu üreten mühendislerin hazırladığı kullanma kılavuzunda verilen bilgiyi, gerekse kendi merak ve aklımızı kullanarak telefonun yapı ve fonksiyonlarını keşfederiz; ama bu, cihazdan hiçbir şey eksiltmez. Çünkü telefondan aldıklarımız madde değil, bilgi ve mânâdır. Telefonda varlığı görülen bilgi ışığı telefonun maddesinden değil, onu tasarlayandan gelir.
Varlıkları beş duyumuzla (görme, işitme, koklama, tatma ve dokunma) algılarız. Bu duyular maddeye hassastır. Maddesi olmayan bir şeyi (sevgi ve düşünce gibi) göremeyiz ve ona dokunamayız. Maddesi olmayan şeyler bu beş duyu açısından âdeta yok hükmündedir (Fakat bunlar ancak kalb ve akılla algılanan mânâlar ve hakikatlerdir). Aslında, atomaltı parçacıklardan galaksilere, mikroplardan insana kadar madde olarak algıladığımız her şey, madde ve mânâ iplikleriyle dokunmuş bir kumaş gibidir. Varlığın mânâsı öz, maddesi ise kabuktur. Madde zaman ve mekâna, dolayısıyla fizik kanunlarına tâbi iken, bunun varoluş bilgisi ve mânâsı, hâricî vücut giymesinden önce de mevcuttur.
Cep telefonunda açıkça görülen incelik, ölçü, intizam, parçalardaki hassas geometri, parçalar arasındaki hassas münasebet, uyumlu fonksiyonellik, kullanıcıyı dikkate alan ergonomiklik, elektromanyetik dalgaları alıp verme, ses ve görüntüye dönüştürme kâbiliyeti, üretimdeki yüksek ve kapsamlı bir bilgi ve mânâyı gösterir. Görünüşteki zerafet, anten gibi gözü rahatsız eden çıkıntıların saklanmasındaki maharet yüksek bir san'at ve estetiği gösterir.
Benzer şekilde, etrafımıza dikkatle baktığımızda görürüz ki, her şey ilimle yaratılmıştır. Atomaltı parçacıklardan galaksilere kadar her şeyde yaygın ve insanı aşan bir ilim vardır. Parçacık fiziğinden astronomiye kadar bilim dallarının varlığı bunu ispatlar. Her bir varlık ekolojik dengede bir yer tutmakta ve faydalı bir vazife yerine getirmektedir. Bütün bunlar ise çok büyük bir ilmi gösterir; çünkü gayeye yönelik her şey ilimle olur. Çocuk mamasının nasıl bilenler tarafından ilimle yapıldığı konusunda şüphe yoksa, mamadan çok daha harika olan ve her gün yeni bir faydalı hususiyeti keşfedilen anne sütünün de ilimle yaratıldığı konusunda şüphe olamaz. Her bir varlığın tam bir intizam içinde, en hassas ölçülerle yaratılmış olması ise sonsuz bir ilim, kudret, hikmet ve iradeyi gösterir. Bir uçağın ilimle yapıldığı, gövde, motor ve kanat ölçülerinin bilgili uzmanlar tarafından hesaplandığı konusunda nasıl bir şüphe yoksa, uçak mühendislerinin hayret ve hayranlıkla seyredip anlamaya çalıştıkları bir sineğin de ilimle yaratıldığı konusunda şüphe olamaz. Keza her biri bir san'at harikası olan varlıkların san'atlarındaki itina ve süslendirilip en güzel şekle sokulmalarındaki ustalık yine yaygın bir ilmi gösterir; çünkü sayısız muhtemel durumlar içinde en düzenli, en san'atlı, ve en güzel durumun seçilmesi ilimle olur. San'at okullarında iç tasarım, tekstil, desen ve ağaç işleme gibi san'atların öğretildiği konusunda nasıl bir şüphe yoksa, bir san'at hârikası ve renk manzumesi olan kelebeğin de ilimle yaratıldığı konusunda şüphe olamaz.
Bediüzzaman Hazretleri, ilim dallarını bir düzenin, bunu da bir düzenleyenin varlığına delil olarak görür: "Âlemin herbir nev'ine dair bir fen teşekkül etmiş ve etmektedir. Fen ise, kavaid-i külliyeden [genel-geçer kaidelerden] ibarettir. Külliyet-i kaide ise, o nev'de olan hüsn-ü intizamına keşşaftır [bir düzen olduğunu ortaya koyar]. Demek cemi' fünun, hüsn-ü intizama birer şahid-i sadıktır [bütün ilimler düzenin güzelliğine birer doğru şahittirler]."2 "İşte aynen bütün zîhayat ve enva'-ı mahlûkat, zerrattan tâ manzume-i şemsiyedeki seyyarata kadar [parçacıklardan güneş sistemindeki gezegenlere kadar]; öyle tam bir muvazene ve zerre kadar şaşırmaz bir düzgün ölçü hükmetmesi, ihatalı [kapsamlı] bir ilme kat'î delalet ve parlak şehadet eder. Demek ilmin her delili, Zât-ı Alîm'in mevcudiyetine dahi delildir. Sıfat mevsufsuz olması [üzerinde o sıfatı taşıyan birinin olmaması] muhal ve imkânsız olmasından bütün hüccetleri Alîm-i Ezelî'nin vücub-u vücuduna kuvvetli ve gayet kat'î bir hüccet-i kübradır [başlangıcı olmayan Alîm bir Zât'ın varlığının gerekliliğine kuvvetli ve oldukça kesin bir büyük delildir]."3
Ülfet perdesini yırtarak bakabilmek
Kapadokya vadisinde insanda hayranlık uyandıran yüzlerce peri bacasına bakan bir kişi, bunların sonsuz bir ilim ve kudret emriyle iş gören yağmur, dolu ve rüzgâr gibi tabiî hâdiselerin istihdamıyla oluşturulduğu kanaatine varır. Zîrâ, bir işin kolayca yapılması ancak ilim ve beceriyle olacağı için, varlıkların meydana gelmesindeki harika kolaylık da mükemmel bir ilim ve kudrete işaret eder.
Meselâ bir kişi, tavukların yediği yemlerden bir yumurtanın meydana gelme mekanizmasını keşfedip bunu yapmayı başarsa ve bunun için kocaman ve pahalı bir fabrika kurması gerekse bile, bu durum takdir ve hayranlıkla anılır, insan aklının ve ilminin ulaştığı yüksek bu seviyeden herhalde yıllarca bahsedilirdi. Akıl ve ilim konusunda hiçbir iddiası olmayan tavuğun küçücük vücudunda ışıksız bir ortamda san'at ve ilim harikası olan yumurtanın, hem de el değmeden ve hijyenik olarak meydana getirilmesi ve daha sonra, belli sıcaklıkta tutularak karanlık kabuk içinde cisimleşmiş bir san'at ve ilim hârikası olan civcive dönüştürülmesi nedense hayretle karşılanmıyor. Hâlbuki bütün bunlar, insan için erişilmez bir ilim ve kudrete işaret eder.
Meselâ nar tanelerinin inci taneleri gibi pak ve temiz olarak tam bir nizam içinde yerlerine dizilmeleri ve beyaz tüllerle ayrılmış kümelerin biyolojik olarak parçalanabilen bir malzemeyle ambalajlanıp dallarda teşhir edilmeleri hayalinden bile aciz olduğumuz sonsuz bir ilmin varlığı konusunda şüphe bırakmaz.
Acaba bir kişi evdeki artık yemekleri ve bozulmaya yüz tutmuş sebze ve meyveleri alıp bunlardan yumurta yapan ve atık malzemeyi de çiçeklere koyabileceğimiz gübreye çeviren tavuk büyüklüğünde bir makine yapsaydı, üstelik de maliyeti bir tavuk fiyatını aşmasaydı, bütün insanlık bu kişideki san'at ve estetikle bezenmiş harika ilmi tam bir hayret ve hayranlıkla ayakta alkışlamaz mıydı?!.. Bunun nasıl yapıldığını görmek için başta bilim insanları olmak üzere herkes büyük bir merak içinde sıraya girmez miydi?!.. Hele hele bu makine bir de görüyor olsaydı ve ara sıra dışarıya gezmeye çıkıp, kendi yiyeceğini kendi bulsaydı "Rüya görüyor olmalıyım!" demez miydik? Ama ne yazık ki, her şeyin üzerine âdeta kara bir bulut gibi sinen ülfet perdesi, çevremizde bulunan bu tür binlerce yaratılış harikasını görmemize engel olmaktadır.
Varlıkların yapıtaşlarında ‘ilim' diye maddî bir unsur yoktur; dolayısıyla ilim madde değil mânâdır. Ve kâinatta yerçekimi kuvveti gibi her şeye nüfuz eden, zaman ve zemin üstü yaygın bir ilim katmanı vardır. Bu madde-dışı ilim ve mânâ katmanından gelen ilim ışığı bildiğimiz ışıktan farklı olarak maddî göz ile değil mânevî kalb ve akıl gözüyle algılanabilir.
Bildiğimiz ışık, gözümüze iki şekilde ulaşır: ya doğrudan kaynağından veya varlıklardan yansıyıp dolaylı olarak. Birinci durumda ışık saf ve aslî mahiyetini muhafaza ederek gelir; ikinci durumda ise gözümüze ulaşan ışık pırıltıları eşyanın ışık ile etkileşimine bağlı olarak değişiklik gösterebilir. Benzer şekilde, ilim ışığını algılamanın da iki yolu vardır. Birincisi, ilim ışığının vasıtasız olarak, insanın mânâ merkezi olan kalb gözüyle, ikincisi ise, varlıklardan yansıdığı şekliyle akıl gözüyle alınması. Birincisi, içten gelen saf ilmin, ikincisi ise dıştan gelen dağınık bilginin kaynağıdır. Birincisi, saf bir şeker topağı gibidir ve hemen emilir, ikincisi ise, keçiboynuzu gibidir.
Varlıklardan gelen dağınık bilim ışığının akıl tarafından verimli şekilde algılanabilmesi için, aklın yeterince işlenmiş olması gerekir. Aklın bir elmas gibi işlenip parlatılmasının yolu ilimle meşgul olmak, sonra da ilim pırıltılarını muhakeme değirmeniyle öğüterek özü kabuktan ve madeni cüruftan ayırmaktır. Bu şekilde arındırılıp hazma uygun hâle gelen ilim ışığı aklı aydınlatır ve kişiyi ilmen yüceltir. Varlıkları ve olayları gözleyerek dağınık bilim ışığını almak herkese açık bir yoldur. İnsanlar kâbiliyetleri ve gayretleri ölçüsünde akıllarını parlatabilir. Madeleine L'Engle'ın ifadesiyle: "İlham, genellikle çalışırken gelir, çalışmaya başlamadan evvel değil."
İlmin doğrudan algılanması ise, onun kalbde âniden hissedilmesidir. Beş duyudan farklı olarak maddî aracısı olmayan ve varlığını herkesin fark ettiği bu hisse altıncı his veya ilham denir. Bu his muhtelif derecelerde herkeste vardır ve kalbin saflığına, hassasiyetine ve gelişmişliğine bağlı olarak gayet sağlam bir bilgi kaynağı olabilir; yeter ki kişi kendini doğru bir alıcı konumuna getirsin ve o konumda tutsun. Hayvanlarda ‘içgüdü' denilen fakat ilâhî bir sevk olan durum ilhamdır. Arı ve ipek böceği buna en güzel misâllerdendir. Jim Rohn'a göre: "Başarının sırlarından biri, ilhamla karışık fikirlerdir." Bahtiyar insan odur ki hem akıl hem de kalb gözü açık olsun ve ilmi tek değil çift kanaldan alsın. Böylelikle tek kanatla zorlanarak değil, çift kanatla süzülerek uçsun.
Orijinal bilginin kaynağı beyin değil, ilhamdır. O yüzden orijinal bilgi üretmek çok şey öğrenmenin neticesi değildir. Yani tek başına mevcut bilgi yeni bilgi üretemez. Bilginin kaynağının beyin olduğunu zannedenlere şunu söylemek gerekir ki, beyindeki karbon kömürdeki karbondan, beyindeki hidrojen sudaki hidrojenden ve beyindeki elektrik akımını sağlayan elektronlar evlerdeki elektrik tesisatında akan elektronlardan hiç farklı değildir ve bu atom veya parçacıklarda bilgi diye bir unsur yoktur. Parçalarda olmayan bütünde olamayacağına göre, insan beyninin bilginin kaynağı olduğu iddiası abestir. Orijinal bilgileri keşfedip ifade edenlerin genellikle iyi eğitim görmüş kişiler olmasının sebebi beynin eğitimle değişmesi değil, kişilerin ilimle meşgul olarak ilim ışığını alma kabiliyetlerini geliştirmiş olmalarıdır.
Bilinen bir şeyi veya yaşanan bir hâdiseyi düşünmek, aslında ‘irade' hüzmesinin ‘hafıza' sabitdiskinde kayıtlı olan o şey veya hâdiseye yönelmesi ve dikkatin ona çevrilmesidir. Öğrenmek ve anlamak istediğimiz, bazı ipuçlarıyla peşinden koştuğumuz bir şey hakkında düşünmek ise, beş duyunun başka konularla ilgisini kesip dikkati o şey üzerine toplamak ve bununla ilgili bilgi ışığını almaya odaklanmaktır; aynen bir televizyonun antenini belli bir yayını en iyi alacak şekilde doğru yöne çevirmek gibi. Birlikte ve sesli düşünmek yeni ve doğru bilgiye ulaşmada gayet bereketlidir. Sıradışı fikir üretme faaliyeti için uyumlu kişilerin beraber çalışması bu yüzden önemlidir. Beyin fırtınası ise, birçok zihnin bir konuyla ilgili bilgi edinmek için âdex"ta imece usulüyle çalışması ve gelen bilgi ışınlarının muhakeme filtresinden geçirilerek ayıklanıp saflaştırılmasıdır. "Düşünüverdim, aklıma geliverdi." veya "İçime doğdu" gibi tâbirler, insanın kuvvetli bir ilham almasını ifadeden başka bir şey değildir.
Kâinatta her şey ilimle olur ve ilim ışığı hâdiselerin daha olmadan evvel nasıl olacağını belli nispette öngörmemizi sağlar. Bu yüzden geleceği en doğru olarak tasvir edenler, ilim ışığıyla bakanlardır; en doğru hareket edenler ilmi rehber edinenlerdir. İlmin olduğu yerde birlik, kuvvet ve aydınlık; olmadığı yerde ise ayrılık, zayıflık ve karanlık vardır. Yeni bir şey yaparken kullanılabilecek en kıymetli unsur, maddeye nüfuz eden ilimdir. Bir şeyin en iyisini yapmak ilim ile olur. Bu yüzden modern toplumlarda eğitime, yani yüzlerce yıllık bilgi birikiminin genç dimağlara aktarılmasına büyük önem verilir.
Dipnotlar
1."Bilmek" kökünden gelen bilim, "ilm" kökünden gelen ilim kelimesinin yeni Türkçe karşılığı olarak kabul edilmektedir. Bu yüzden bilim ve ilim kelimeleri umumiyetle birbirinin yerine kullanılmaktadır. Ancak bilim kelimesi daha dünyevî ve seküler bir yaklaşımı, ilim kelimesi ise, her şeyin, ilmin hakiki sahibi olan Allah tarafından yaratılmış olduğu inancını temsil eder. Şöyle ki, insandan evvel de ilim vardı; çünkü fenlerin de dikkatli araştırmalar sonunda keşfettiği gibi kâinatta her şey ilim ile yaratılmıştır. Bilim ise, ilmin insanların araştırmalarıyla fark edilip ifade edilen ve insan zihnine doğru veya yanlış olarak yansıyan kısmıdır. Bu bakış açısıyla bilim sınırlı, değişken ve insan referanslıdır; ilim ise Allah'ın mutlak sıfatlarındandır; sınırsız ve insan üstüdür. Başka bir ifadeyle bilim, yanılmaya açık idrakimize yansıyan ilim ışığının kâbiliyetimiz ve gücümüz ölçüsünde bizim tarafımızdan algılanmasıdır.
2. Bediüzzaman Said Nursi, Muhakemat, Envar Neşriyat, İstanbul, 1998, s. 40.
3. Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, Envar Neşriyat, İstanbul, 1998, s. 647 (15. Şua).
Sızıntı