Benim namazrımda, insan ve kitap saymaya gelmez. Saymayı, sayıya vurmayı, insana ve kitaba karşı bir saygısızlık addederim. Başka şeyler için dahi, saymanın ‘bereketi kaçırdığı’na dair kanaati de önemserim.
O yüzden, kaç kitabın telifini Allah bize nasip etmiş, saymadım. Ama sayanlardan otuzun biraz üstünde olduğunu duyuyorum. Ve yine onların, bir bu sayıya, bir de yaşıma bakıp, benim çok velûd, çok rahat ve hızlı yazan biri olduğumu düşündüklerini de biliyorum.
Ama yanımda, yakınımda yaşayanlar da, benim ne kadar zor yazdığımı çok iyi biliyorlar.
Bir dergi, bir kitap çalışması için benden yazı talep edenler de, aylar, hatta seneler süren bir takipten sonra belki istedikleri o yazı ellerine ulaştığında bu gerçeği bizzat tecrübe ediyorlar.
Yazmak, bir ‘iş’e dönüşmemişse eğer, kişi geliştirdiği birkaç kalıp üzerinden sağanak yağmur misali içe işlemeden, içe sinmeden yazıp geçebilir hale dönüşmemişse şayet, kimse için kolay değildir kanaatimce.
Ama onu benim için daha da zor kılan sebepler var.
Bugün düşünüp, bugün yazamam meselâ. Oturup, bir kerede yazamam. Hayatımda, sabah düşünüp kuşluk vakti yazdığım iki yazı vardır sadece. Biri, bir Kurban Bayramı arefesi sabahı dünyamı dolduran ‘Kevser’ sûresi tefekkürüne, öteki de yine bir sabah namazı vakti dünyama gelen ‘Felak’ sûresi tefekkürüne dair iki yazı. Onlarda da, dikkat edilirse, ‘yazı’ ile ‘ortam’ ve ‘vakit’ arasında apayrı bir irtibat vardır.
Yazmak, benim için geçelim ‘tahayyül’ ve ‘tasavvur’u, ‘taakkul’den de öte, ‘tahassüs’ü de içeren bir ‘tefekkür’ün meyvesi olabiliyorsa değerlidir; ama bu, bir süreç ve dahası bir ‘hikâye’ gerektirir. Ne zaman dünyama geldi, hangi şartlarda bu konuyu düşündüm, bu konuyu nasıl dünyama taşıdım, bu süreçte neler hissettim ve hangi sebep beni bunu yazmazsam huzur bulamam noktasına sürükledi; dönüp yazımla başbaşa kaldığımda bu sürecin ve bu soruların cevabını verebiliyor olmam gerekir benim.
Yazı da demlenmeli, çay gibi
Bu süreç, bu zaman aralığı, çok sevdiğim ‘çay’dan aldığım bir hayat dersi itibarıyla da önemli ve değerlidir. ‘Sallama’ diye de tabir edilen ‘poşet’ çayı sevmem, başka türlü çaya ulaşmam mümkün olduğu sürece de içmem; çünkü, çayın çay olması için ‘zaman’ gerekir. Demlenmelidir çay; beklemeli, o demlenme sürecinde ilk andaki çiğ koku, kekremsi tad ve bulanık renk gitmeli, çeri çöpü de dibe çökmelidir ki, çay çay olarak içilebilsin. Aynı şekilde, yazının da ‘demlenmesi’ gerekir; tâ ki, kelimelerini ve o kelimeler ile paylaşmak istediği düşüncesini zihinlerde çiğ ve kekremsi bir tat bırakmadan, tozdan, çöpten azade şekilde okuyucusuna ulaştırabilsin.
Bu süreci, yazının anlık bir hevesin, geçici bir heyecanın eseri olmaması bakımından da önemserim. Olumlu veya olumsuz, anlık duygulanımlara güvenmem zira. Anlık coşkular, bizi uçlara sürükler; ama uçlarda dolaşmak bizi ‘zirve’ye ulaştırmaz. Nasıl Peygamber aleyhissalâtu vesselamın bildirdiği üzere amellerin en hayırlısı ‘az ama devamlı olanı’ ise, yazılanların en hayırlısı da anlık heves, heyecan, coşku ve öfkeler ile değil; istikrarlı bir ruh hali ve duygu durumu içinde yazılanlarıdır benim için.
Hele ki öfke, elhamdülillah, en çok sakındığımdır. Birçok yazar, öfkeden beslenir, en çok ses getiren en fazla okunan yazılarını öfkeli iken yazar. Hatta o yüzden, ‘iyi yazı’ya ulaşmak için bir gerilim, bir çatışma ortamı arar bazıları. Ama benim için öfke, yazmaktan geri durma sebebidir. Hayat prensibimdir; öfkeli iken konuşmaktan, yazmaktan ve karar vermekten uzak dururum. Öfkenin yönettiği hiçbir harekete güvenmediğim gibi, öfkenin yazdırdığı hiçbir yazıya da güvenmem. İçimde bir durum, bir kişi veya bir olaya dair öfke birikmişse, o hal üzerimden gidene kadar, kalemim susar bu yüzden.
Yazmak bir görevdir, meslek değil
Hem, kelamı ve kalemi zehir gibi kullanmaktan da Allah’a sığınırım. Söz, iyileştirdiği gibi, öldürür de. Akıl, zulmü gidermek için de kullanılır; bir şiddetin aracı olmak, birilerini ezmek için de. Düşüncede ve sözde, tedavi edicilik kadar kuvvetlidir öldürücü boyut. İlaç gibi olmalı iken düşünce ve söz, zehir gibi kullanma endişesi, yazmadan önce ve yazarken beni tekrar, tekrar, tekrar muhasebeye iter; ve emin değilsem kendimden, bazı yazılar hiç yazılmadan kalır, bazıları da yarıda kalıverir.
Ve, yazmanın en kolay yolu, güncelin peşinden gitmek iken, yarın veya ertesi yıl eskiyecek bir yazıdan da Allah’a sığınırım. Yaşanan her olay, kalıcı bir değer ve ders bırakmak için yaşatılır aslında bize. O dersi değil de, olayın kendisini konuşmak, bana boşa konuşmak, boşluğa konuşmak, su üstüne yazı yazmak gibi gelir. Güncel olan, kalıcı olana bir basamak olabiliyorsa anlamlıdır. O yüzden de, güncelden kalıcı olana bir bağ kuramamışsam veya muhatabın istediği o bağ değilse, orada kalemim susar benim.
Bir de, üstadımın Barla Lâhikası’nda yer alan bir mektubundan aldığım o büyük ders vardır. Yeni telif olunmuş “Otuzikinci Söz”ün nasıl basılacağı üzerine talebeleriyle istişare ederken, evvelce basılmış olan Haşir Risalesi’ne sözü getirdiği mektup… O mektuptan aldığım ders şudur: Yazdıklarımız ile kazanılan telif, helalimizdir, ama telif düşünerek yazılmamalıdır. Bu sebepten, yazarlığı hep bir meslek değil, bir görev bilmişimdir. Bu ise, maişet için, yazı dışında bir meşguliyet ve o iş için de bir mesai gerektirir. Dolayısıyla, vaktin önemli bir kısmı, editörlük gibi bir meşguliyete ayrıldığı için, yazıya ayrılacak zamanda da bir daralma yaşarım. Telifini düşünerek sırf ‘yazmak’la geçireceğim bir mesaiye göre, bu, yine de vazgeçilmez tercihimdir.
İnkıbazdan inbisate doğru: bismillah!
Neticede, yazmayı benim için özellikle zorlaştıran bu bir dizi sebepten birinin, ikisinin, üçünün veya hepsinin devrede olduğu bir süreç yaşadım neredeyse sekiz yıldır. Yazılmalı diye defterlere kaydettiğim, bilgisayarda dosya açtığım, notlarını düştüğüm, başladığım, yarım bıraktığım nice nice konu birikti bu arada. Yazabilsem, şimdiki kitap sayısını ikiye, belki üçe katlayacak kadar konu. Nice kitap dosyaları var ki, 2006’da 25 sayfa ilerlemişim, 300 sayfaya ulaşacak şekilde notlarını da kaydetmişim, ama öyle duruyor. Nice yazılar var ki, 2007’de yarısını yazmışım, öyle kalmış. Niceleri var ki, 2009’da başlamışım, mü’minlerin yaşadığı onca acı tecrübenin gölgesinde, keşke o tarihte yazmış ve yayınlamış olabilseydim diye vicdan azabı yaşıyorum. Kötülüğü ‘dışarıya’ süpüren bir kampanyanın ortasında, enfüsî sorgulamayı, nefis muhasebesini unutup ben ve biz asabiyetini farkına varmadan koynumuzda saklama riskine dikkat çekmek üzere not düştüğüm “Kötülük nerede?” yazısını meselâ…
Ama olmadı. Yazı düşünerek başımı yastığa koyduğum, rüyamda yazı gördüğüm, kalktığımda namazdan sonra yazabilirim ümidi taşıdığım, ama şu, ama bu sebepten bir türlü ya başlayamadığım ya bitiremediğim kaç yazı, kaç kitap dolaştı onca vakit zarfında zihnimin kıvrımlarında. Ama, olmadı. Çok az yazabildim. Site, dergi, kitaplar… Hepsi için yazmam gerekenlerin çoğu ise ya yarım halde, yahut not defterinde kaldı.
Yeniden, benzer bir ‘inkıbaz’ı bir daha yaşamama ümidi ve duasıyla, bismillah!