Nefisle mücadele, nefsin çirkin emellerini frenlemek, arzularını dizginlemekle olumsuz tavırlar sergilemesinden korunmakla olur. Bu ise, ancak güçlü bir iradeye bağlı olarak gerçekleşebilir. Güçlü iradenin varlığı ise, olumlu manadaki güzelliklerin zihinde gereken sinerjiyi oluşturacak bir potansiyel enerjiye ihtiyaç vardır. Bu potansiyel enerjinin meydana getirdiği sinerji, aynı zamanda insan vicdanını güzelliklere teşvik ederek, metafizik gerilimin oluşmasını sağlar.
Bir taraftan nefsin, kör hissiyatın süflî arzularını dizginlemekle onun mücadele azmini kırmak, diğer taraftan ruhun, kalbin ulvî arzularını kamçılamakla metafizik bir gerilim ortamını hazırlamak, bu mücadelenin nirengi noktasını oluşturmaktadır. Bu metafizik gerilimi korumak için her an ümit ve korku hattında bulunmak gerekir.
Hayat mücadelesinde nefs-i emarenin aldatmasından korkmak ve Allah’ın rahmetiyle kendisine yardım edeceğini ümit etmek, bu metafizik gerilimin lokomotifi hükmündedir.
Birinci basamakta hep kötülükleri tavsiye ettiği için, kendisine “Nefs-i Emare” adı verilmiştir. Nefs-i Emarenin frenlenmesi, ona geri adım attırır ve ruhun ulvî isteklerine karşı çıkmasını önler. Mücadele olumlu anlamda devam ettikçe, nefs-i emmare, alçaklık çukurundan çıkıp ruhun ulvî basamaklarına tırmanmaya başlar. Bu tırmanış nefis için ikinci basamak teşkil eder.
İkinci basamakta, -nefs-i emarenin eski çirkin arzularına karşı çıkarak, ona boyun eğdiğinden dolayı sahibini kınamaya başlar. Bu basamağın adı, -çok kınayan anlamına gelen- “ Nefs-i levvame”dir.
Üçüncü basamakta, yalnız sahibini kötülüklerinden ötürü kınamakla kalmaz; ruhun ve kalbin o ulvî istek ve arzularının güzelliğine itimat eder, onları içine sindirmeye çalışır ve onlarla tatmin olur. Bunun için bu basamağın adı “Nefs-i mutmainne”dir.
Dördüncü basamakta. Ulvî arzuların peşine takılmış, onları içine sindiren ve kendini tatmin etmeye çalışmanın ötesinde, kötülük ve çirkinliklerden tiksinti ve huzursuzluk, iyilik ve güzelliklerden ise mutluluk ve haz duymaya başlar. Bu yüzden bu basamağa -hoşnut olma manasına gelen- “Nefs-i raziye” adı verilmiştir.
Beşinci basamakta ise, nefis ruhun izini takip ederek, geniş bir alanda güzellikleri kucaklamaya ve –her işte kendisinin değil- Rabbinin hoşnutluğunu kazanmaya başlar. Ve bu tavrıyla Rabbinin hoşnutluğunu ve rızasını kazanır. Bundan ötürü kendisine –kendisinden hoşnut olunan anlamına gelen- “Nefs-i marziye” adı verilmiştir.
Kur’an’da bütün bu basamaklara işaret edilmiştir:
“Şüphesiz nefis sürekli kötülüğü emredendir / Nefs-i emmaredsir.”(Yusuf, 12/53)
mealindeki ayette “Nefs-i emare”ye işaret edilmiştir.
“Nefs-i levvameye yemin olsun.”(Kıyamet, 75/2)
ayetinde nefs-i levvamenin saygın bir yere kavuştuğunu, güzel bir mertebe kazandığını dikkatlere sunmak üzere, onunla yemin edilmiştir. Nefs-i mutmainne, nefs-i raziye ve marziyenin üçü de peş peşe ayetlerde gelmiştir.
“Ey Nefs-i mutmainne! Haydin artık O’ndan hoşnut olmuş ve onun hoşnutluğunu da kazanmış olarak Rabbine dönüver.”(Fecir, 89/26-27).
Cevap 2:
Huzursuzluğun, bunalımın, stresin en önemli bir kaynağı da şu güzel ifadelerle nazarımıza sunulmuş:
“Bir şey ‘ma vudia leh’inde istihdam edilmezse atalete uğrar, matlup eseri göstermez.” (Sünuhat)
“ma vudia leh”, bir şeyin yapılış gayesi mânâsına geliyor. Gözün vazediliş, yâni yaratılış gayesi: görme... Onu tatların kontrolünde kullanmaya kalkarsanız o âlete zarar verir ve rahatsız olursunuz.
Her duygusunu ve hissini rıza dairesinde ve istikamet çizgisinde kullanan insanlar dünyada da bir nevi cennet hayatı yaşarlar.
Kendilerini ebed ülkesinin sonsuz saadetine hazırlayan ve Kur’an’dan aldıkları ders ile bu geçici dünya hayatını bir oyun ve eğlence olarak değerlendiren insanların ruhları, her türlü musibet karşısında dipdiri, sapasağlamdır. Onlar bu dünya sahnesinde fakir rolünü oynayacaklarsa bunu en güzel şekilde başarırlar. Hastalandıklarında kıvranmayı çok iyi becerirler. Trajedide gözlerinden yaşlar boşalır. Ama onlar oyunda olduklarını unutmadıkları için, sevinmeleri de üzülmeleri de çok sınırlıdır; oyunun icap ettiği kadardır.
Dünyayı oyun ve eğlence bilenlerin nazarları âhiretedir. Gayretleri o belde içindir. O beldenin saadeti de, azabı da ebedî... Bunun şuurunda olan ve “innalillah” yâni “biz Allah’ın kuluyuz, hayatımız ölümümüz, bedenimiz, ruhumuz, mevkiimiz, makamımız, kısacası her şeyimiz, onun için, onun rızası içindir” sırrına eren insan, fâni dünyanın geçici sıkıntılarında boğulmaz.
Her şeyiyle sınırlı olduğunu bilir ve sınırsız elemlerin altına girmez, onları ruhuna yüklemez. Dostlarını sonsuz rahmet ve ihsan sahibi Allah’a emanet, düşmanlarını da yine onun sonsuz adaletine havale eder.
Ruhunu da bedenini de emanet bilir; onları ne ezer, ne de başkasına ezdirir. Ama gücünü ve kuvvetini aşan sahalarda, bu ağır imtihanı kolayca verebilmek için Rabbine iltica eder. Ve neticede o’nun takdirine rıza ile rahat bulur. Dünyadan, dünya ehlinden ve bu âlemin sıkıntılarından korkacağına onların hâlikından korkar, o’na iltica eder.
“Allah’tan havf eden (korkan) başkaların kasavetli, belâlı havfından kurtulur.” (Sözler)
Her hayır gibi, kalp huzuru da o’nun elindedir. Buna lâyıkıyla iman etsek başkalarının kapılarında dolaşmaktan kurtulacak, aradığımız her güzelliği Rabbimizin rahmet kapısında bulacağız.
Ve üstad Bediüzzaman’dan bir Kur’anî reçete:
“Hem (Kur’an) mü’mine der:
"İhtiyarın cüz’î ise, kendi malikinin irade-i külliyesine işini bırak. İktidarın küçük ise, Kadîr-i mutlakın kudretine itimad et. Hayatın az ise hayat-ı bâkiyeyi düşün. Ömrün kısa ise ebedî bir ömrün var, merak etme. Fikrin sönük ise Kur’an’ın güneşi altına gir. İmanın nuruyla bak ki, yıldız böceği olan fikrin yerine her bir âyet-i Kur’an birer yıldız misüllü sana ışık verir. Hem hadsiz emellerin, elemlerin varsa nihayetsiz bir sevap ve hadsiz bir rahmet seni bekliyor. Hem hadsiz arzuların, makasıdın varsa, onları düşünüp muzdarip olma. Onlar bu dünyaya sığışmaz, onların yerleri başka diyardır ve onları veren de başkadır.” (Sözler)
Sorularla İslamiyet