Bismillahirrahmanirrahim
ÜÇÜNCÜ REŞHA:
Eğer istersen gel, Asr-ı Saadete, Cezîretü'l-Araba gideriz. Hayalen olsun onu vazife başında görüp ziyâret ederiz. İşte bak:
Hüsn-ü sîret ve cemâl-i sûret ile mümtaz bir zâtı görüyoruz ki, elinde mu'ciznümâ bir kitap, lisânında hakâikâşinâ bir hitâb, bütün benîâdem'e, belki cin ve inse ve meleğe, belki bütün mevcudâta karşı bir hutbe-i ezeliyeyi tebliğ ediyor. Sırr-ı hilkat-i âlem olan muammâ-i acîbânesini hall ve şerh edip ve sırr-ı kâinat olan tılsım-ı muğlâkını feth ve keşfederek, bütün mevcudâttan sorulan, bütün ukûlü hayret içinde meşgul eden üç müşkül ve müthiş suâl-i azîm olan "Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?" suâllerine muknî, makbul cevap verir. [On Dokuzuncu Söz]
Bediüzzaman Said Nursi
Sözlük:
Asr-ı Saadet: Mutluluk çağı, Peygamber Efendimizin (a.s.m.) peygamber olarak dünyada bulunduğu devir.
Cezîretü'l-Arab: Arap Yarımadası.
Hüsn-ü sîret: Hâl, gidiş, hareket ve ahlâk güzelliği, iç güzellik
cemâl-i sûret: Görünüş güzelliği, şekil güzelliği
mümtaz: Seçkin, üstün
hakâikâşinâ: Gerçekleri bilen
benîâdem: İnsanoğlu, âdemoğlu; insanlık âlemi.
mevcudât: Yaratılmış olan, mevcut olan şeyler; varlıklar.
hutbe-i ezeliye: Ezelî hutbe. Kur'ân- ı Kerim.
tebliğ: Ulaştırmak, bildirmek.
Sırr-ı hilkat-i âlem: Alemin yaratılış sırrı
muammâ-i acîbânesi: Hayret verici bilinmeyen hal, anlaşılmaz iş
hall: Çözme, hâlini arz etme, çözülme, karışık bir meselenin içinden çıkma.
şerh: Açıklama, izah etme.
sırr-ı kâinat: Kâinatın sırrı
tılsım-ı muğlâk: Anlaşılması zor, kapalı gizli şey.
ukûl: Akıllar.
suâl-i azîm: Büyk soru
muknî: İknâ eden, inandıran, kâfi derecede izah ve ispat eden.
makbul: Kabul edilmiş olan, geçer