Neşenin olduğu yerde hüznün ve hüznün olduğu yerde neşenin olması varoluş kanunun bir ince ayarıdır.
Neşe ile hüznün art başı gittiği insanda çoğunlukla bir olgunluğu da beraberinde getirir. Hüzün bir emniyet supabıdır insan için; onu aşırılıklardan, duygusuzluklardan, kabalıklardan, hoşa gitmeyen davranışlardan, nankörlüklerden, düzeysizliklerden korur ve ona geniş bir hoşgörü kazandırır. Asrın büyük düşünürü Bediüzzaman da “Ziya zulmete borçlu, lezzet eleme medyun; sıhhat marazsız olmaz” demekle bu büyük gerçeği veciz bir şekilde özetler.
Elemler, acılar ve hüzünler olmasaydı, bütün kâinatın özünde de var olan sevgi ve sevincin tam anlamıyla gerçekleştiği yer olan cennetlerin kapısı aralanamazdı. Cennet var ki cehennem de ağzını açıp ona layık olanları bekleyip durmaktadır.
Tolstoy, “Eğer acı ve elem olmasaydı, biz eğlence içinde kendi çocuklarımızı yakar ve kendi bedenimizi parça parça doğrardık” diyerek, acıya ve bunun sonucu olan hüzne bir başka açıdan bakar. Hayvansal varoluşumuzu koruyan faktörün elem duygusunun olduğunu kabul eder. Çocuk minnacık elini sobaya yalnız bir kez dokunur; artık duyduğu bu acı sebebiyledir ki bir daha sobaya elini yaklaştırmaz. Acıyı ta derinlerinde duymasaydı ve bu ona iyi bir ders olmasaydı, defalarca sobaya dokunmasından eline büyük zarar verebilirdi. Gerek hayvanda ve gerekse insanda acı duyma, önemli korunma mekanizmasıdır.
İnsan yalnız neşeyi algılamış olsaydı, hiç şüphesiz önüne belirsizliklerin ördüğü bir dünya çıkardı. Hangi uğursuzlukların koynunda kendini bulacağını bilemezdi. Her şey bir yıkım olurdu. Dünya acı ve elemlerden geçilmezdi. Aşırılıkların içine yuvarlanmasından ötürü ağlaması dinmezdi insanın. Neşenin geçicilik özelliğiyle hayattan da usandırıp büyük bir melankoninin, büyük bir boşluğun, girdabın içine girerdi. Geçici olan her şey yok olmaya mahkûmdur ve yok olan hiçbir şeye de tahammülü yoktur insanın.
Tolstoy, bir annenin doğum sancısını örnek verir; doğum sancısının annelik şefkatine temel katkı sağladığına inanır. Şefkati tetikleyen bu elem olmasaydı, büyük ihtimalle, yavrusunu tehlikelere terk etmeye pek aldırış etmezdi. Oysa anne yavrusu için nelere katlanmaz ki! Başka hiçbir şeyden alamadığı hazzı çocuğuna yardım ederken katlandığı sıkıntı ve zorluklardan almaktadır. Doğum sancısı annelik niteliğinin özünü oluştur. Tok olan açın halinden ne anlar? Hayatında hiç acı çekmeyen etrafına empati ile nasıl bakabilir? Acı duymayı insandan uzak tutalım bir an; çoğunlukla göreceğimiz çevresine acımasızca saldıran ve bundan da zevk alan bir canavardan başkası değildir.
Acı duyma bir denge unsurudur. Duygulara derinlik kazandırır, davranışlara ise bir olgunluk, bir ılımlılık, bir yumuşaklık… Acı çekenle çekmeyen arasında çok fark var. Acı çekenin etrafında olup bitenleri değerlendirmesi ve onlardan alacağı dersler de çok daha başka. Acı çeken olgunlaşmaya ve iyi şeyleri kendine çekmeye son derece müsait. Olgunluk yolunda acı çeken çekmeyenden çok daha avantajlı.
O halde hayatından acıyı uzaklaştırmak isteyenler aslında daha büyük acılara kapı açtıkları da bir gerçek. Çünkü neşelenmenin hemen ardından “Zeval-i elem lezzettir, zeval-i lezzet elem.” kuralına göre acının geleceği kesindir.
Hepimiz tekdüzelikten şikâyet ederiz.
İşte tekdüzeliğimizi ortadan kaldıran yegâne şey neşe ile hüzünden belki de aynı oranda etkilenmemizdir. Zıtlar dünyasında oluşumuz bile bizim için büyük bir şans.
Yalnız neşelenip duran şımarır ve sonunda bıkkınlık acısını çeker. Yalnız acı çekenin de hayatı karamsarlıktır.