Kızma ona. Hem gücenme. Hüzün hiçbirşeyi değiştirmese de seni değiştirir. Büyürsün üzülürken. Yaşlanırsın. Olgunlaşırsın. Dengelenirsin. Dinginleşirsin. Yorgunluğun konaklamayı öğretir 'şey'lerin kenarında. Yavaşladıkça, şeyler ve senler, yanından geçtiğin nesnelerin detayları ortaya çıkar. Tefekküre yol açılır. Boşluklara düşülür. Haklarında düşünmediğin kadar uzun ve çok düşünürsün. Dalgınlaşırsın. Dalgınlaşırsın. Dalgınlaşırsın.
Mantık bütüncül menfaate uygun olandır belki. Yani varlıksal olan. Vücudî olan. Tamam. Fakat hayat mantıktan da ibaret değildir. Yağmurun getirdiği hüznü mantıkla açıklayamazsın. Sallanan ekinlerin düşürdüğü dalgınlığı formüle edemezsin. Sözlüklere bakarak yaşamıyoruz hayatı. Hiçbir 'an'ımız romanlarda anlatıldığı kadar uzun yaşanmıyor. Yazdığımız zamanlardaki kadar derin değiliz hiçbir zaman. Bunun farkına varmalı önce. Gerçekle yüzleşmeli.
Kendini yormak için girdiğin bir çabadır üzülmek. Koşmaktan yorulup düşmeyi arzulamak. Yani ki hüzün neşenin yorgunluğudur. Diyelim, acı birşey yaşadın, kaldırmak zor geliyor. Yalnız kalbine değil aklına da zor geliyor. İşte, kalbini yorarak, üzerine üzerine giderek kendini taşıyamaz hale getirmenin yoludur üzülmek. Kederden sarhoş olmak bir nevi. Neşenin kollarını yormak. Odaklanacak derman bırakmamak artık. Bıktırmak. O kadar yorulursun ki acı anlamsızlaşır. Gözyaşın kuruduğunda ağlamak anlamsızlaşır.
The Interpreter'da seni en çok etkileyen cümleydi: "İntikam tembelce bir yas tutma yoludur." Neden öyledir? Çünkü acıyı çekmektense onu öfkeye dönüştürmeyi seçersin böylelikle. Kusar geçersin. Döker geçersin. Saçar geçersin.
Öfke sakıncalıdır. Öfke kabına da zararlı bir şaraptır. Ne kadar çok yorulursan o kadar anlamsızlaşır. Yorgunluk iyi bir körelticidir. Köreltir seni en ince farkındalıklarına kadar. Arkadaşım, ben, acısını ilk günlerinde şiddetle yaşayanlardan çok, bastırmaya çalışanlardan korkuyorum. Ortaya dökülse geçiyor sanki. Dökmeyenden korkmalı. İçinde tuttukça daha çok yakıyor. Birşeye dönüştürmezsen öyle kalıyor. Acı, saf acı, geçmeyen sancı. Üzülmek de değil o. Yormadan yakar.
Yıllar önce bir kitapta okumuştum. "Ortaya çıkarılamamış duygular beklemekten bozulur!" demişti bana. Bozulanlara ne olur peki? Öfke olur. İntikam olur. Kin olur. Demek her duygu sandığımız kadar halis değil. Bazıları başkalarının bozulmuş hali. Normal yollardan ifade edemeyince tepkimeye giriyor. Bir nevi fermantasyon, bir çürüme, bir başkalaşım geçiriyor.
Dilsizlerin neden bu denli öfkeli olduğu da böylece anlaşılıyor: Anlaşılmamak da bir süre sonra öfkeye dönüşüyor demek ki. Zaten öfkenin bozuk bir mal olduğu ortaya çıktığında yaptığı etkiden belli. Eylemsel bir varoluşu var. Varoluşsal bir eylemi yok. Yapması yıkmaktan ibaret. Yıkmasında yapmak yok.
Gözleri yaşarmayan insanlar şeytan değiller elbette. Ama belli ki 'Göz yaşarır. Kalp hüzünlenir' diyen bir Aleyhissalatuvesselamın yolunda da değiller. Neden bazı duygular böylesine zayıflık emaresi sayılıyor da kötüleniyor? Neden onları yaşamak için tenha köşelere koşmak, saklanmak, yastığımıza yüzümüzü yapıştırmak zorundayız? Bir Peygamber ashabına neden bu halini açıklamak zorunda kalıyor? Neden içimizin bir yanı hep yetim ki, yetim kalınca, en çok o yanlar ortaya çıkıyor?
Arkadaşım daha gözyaşlarınla hukukun belli değil. Legal mi? İllegal mi? Ondan utanıyor musun yoksa? Yoksa seviyor musun en mahreminde? Nerede senin adaletin? Daha yasal olmayan yanların var kendi içinde, sana göre, senden öte. Bastırıyorsun onları. Zindanların var. Mahpusların var. İçinde Yusuflar var ki kardeşleri kuyuya atıyorlar. Babalarına, yani sana, unutturmaya çalışıyorlar. Barışmadığın o kadar yanın, yönün, latifen var ki.
İnkârcılığı yalnız Allah'ı inkâr mı sanıyorsun? Bence aczini ve fakrını inkâr etmek de bir nevi inkârcılıktır. Hatta inkârcılığın başı odur. Birincisi de şu ikincisinin üstüne bina edilir. Belki de o yüzden imandan çok bahseden mürşidim yolunu böyle dörde bağlar: Acz, fakr, şefkat ve tefekkür.
Yani, önce acz ve fakr, sonra şefkat, sonra tefekkür. Bu sıralamada da bir sır var. Sanki diyor ki 'ben'e: Önce kendinle barış. Sonra âlemle. Kalbin âlemle şefkatinden barışır. Aklın âlemle tefekküründen barışır. Hem demiyor mu başka bir yerde de yine: “Evet, ifrat ve tefrit, delillere karşı bir isyandır. Yani, sahife-i âlemde yaratılan delail, uhud-u İlahi’ye hükmündedir. O delaile muhalefet eden, Cenab-ı Hak’la fıtraten yapmış olduğu ahdini bozmuş olur.”
Fıtrî ahdini bozdun. "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye sorduğunda "Evet!" demiştin Kalubela gününde. Fıtratın bu programla yaratılmıştı. Dünyada "Hayır!" diyebilmek için önce fıtratının detaylarını inkâr ettin. Öyle olmadığın halde 'öyleymiş' gibi yaptın. Delillere isyan ettin. Kibirlendin. Kıskandın.
Riyakârlık ettin. Yalan söyledin. Her inkârın aslında kendini inkâr ettiğin yerlerinden/anlarından beslendi. Bu yüzden belki de Allah Resulü aleyhissalatuvesselam, Ebu'd-Derda'nın (r.a.), "Mü'min hırsızlık/zina yapar mı?" gibi pekçok sualine 'Evet' diye yanıt verdikten sonra, "Mü'min yalan söyler mi?" sorusuna "Yalanı ancak iman etmeyen kimse uydurur..." (Kenzu’l-Ummal, h. No: 8994) diye cevap verdi. Yaşın otuzu geçti. Ancak anladın.