Okumaya, dünyayı tanımaya, anlamaya başladığımızda, etrafımızda hazır iyilerle, hazır kötülerle karşılaşıyoruz, hatta bu iyiler ve kötüler sembolleştiklerinden, kötülerin dünyasından kaçıyor, onlarla hiçbir surette ilgilenmiyor, onları kendi dünyamıza mümkün mertebe yaklaştırmıyoruz. Buna karşın yine hazır bulduğumuz iyileri ise idealleştiriyor, onlara ait ne varsa bilmeye çalışıyor, dünyamızı onların sözleriyle, tavırlarıyla inşa ediyoruz.
Çok genç yaşlardan itibaren dünyamız kesin çizgilerle ayrılıyor, siyahlarımız ve beyazlarımız oluyor ve fakat asla aralarında irtibat alanları bulunmuyor. Özel bir gayret göstermediğimiz sürece, beyazların aralarından dışarı çıkamıyor, siyah bellediğimiz alanın o karanlık köşelerine kısa kaçamaklar bile yapmaya cesaret edemiyoruz…
Dücane Cündioğlu’nun çok maharetle tasvirini yaptığı tam da böylesi bir ruh ve zihin haleti içerisindeydim. Mûsikiye kapalı, sanata kapalı, edebiyata kapalı katı, kör ve sağır bir tutuculuğun cenderesi içinde kıvranıyordum biteviye.
1999 veya 2000 yıllarıydı. Müzikle epey içli dışlı, sanat zevki fevkalade ileri olan bir arkadaşın yanında oturmuş sohbet ediyorduk. Kendisi bağlama çalıyordu, biz usulca dinliyorduk.
Bir ara kulağıma “zahidemmm!” diye inleyen naif bir sesin geldiğini hatırlıyorum. Öyle bir ses ki kulağımdan girip, içime akarak ve ruhumun en hassas tellerine dokunarak tüm hissiyatımı galeyana getiriyordu adeta.
Birdenbire gözümde mazi canlandı, hatıralar canlandı, anılar çoğalıp sıraya girdi, ne tuhaf! Annem geldi aklıma ve buğulandı gözlerim. Hayalimde ‘sessizliğe yakın şımartılmamış bir aşk’ ve ‘alaturka bir hüzün’ gibi şeyler beliriverdi.
Bütün benliğim amuda kalkmış gibi bir duygu helezonu içinde kayboldum bir anda. Parça, bir günah gibi sarıyor insanı. Müziğin ve mûsikinin esrarengiz kudretini o gün bütün atomlarıma varıncaya kadar derinden derine hissettim.
Ötekini yani siyahlarımı-kötülerimi tanımanın ve onlarla tanışmanın verdiği dayanılmaz esrarın çekiciliğini şimdi gibi hatırlıyorum.
Ve sonra Tolstoy’un o meşhur romanı Kroyçer Sonat’ın kahramanı Pozdnişev’in, Beethoven’nın senfonisi karşısında, dinmeyen ve dizginlenemeyen çılgınlığını okuyunca mûsikinin insan benliği üzerindeki te’sirini çok daha iyi anladım ve dahi kavradım.
Heyecanım yatışınca “zahidem” türküsünü okuyan naif ve narin sesin kime ait olduğunu sordum arkadaşıma. O da cehaletime gülümseyerek Neşet Ertaş’ı tanımıyor musun? diye karşılık verdi. Biraz utandım ama o günden sonra bu büyüleyici nefesi hiç unutmadım ve unutmamak için özel bir çaba harcadım.
O güne kadar Ertaş, benim için bir öteki, bir siyah, bir kötüydü. Tıpkı Nazım, Orhan Kemal, Ahmet Arif, Abidin Dino ve Cemal Süreyya gibi. Bizim iki iyimiz vardı: Bir Ömer Karaoğlu, bir de Aykut Kuşkaya. Başka iyimiz/beyazımız yoktu, müzik dalında.
Ertaş ‘bozkırın tezenesi’ Yaşar Kemal’e göre. (Tezene: bağlamada tellere vurmamıza yardımcı olan plastikten yapılmış araç.)
C.Dündar’ın gözünde o, sadece bir “Garip.”
Ahmet Turan Alkan için “türkünün cisme bürünmüş mücessem hali.”
Bir parça Melami, bir parça Karmati, azıcık Bektaşi ama hepsinden öte tam bir halk ozanı, bir gönül insanı Ertaş.
Müzikle alakam şiir ve roman gibi olmasa da müziğin hasını ve hakikisini bir dinleyişte tanırım, daha doğrusu takdir ederim. Nitekim halk ozanı Aşık Veysel, Zeki Müren, minik serçe Sezen Aksu, Bülent Ersoy, Cem Karaca bu yolla tanıdığım ve sonrasında bazı parçalarını ezberlediğim onlarca sanatçıdan sadece birkaçı. Minik Serçe’nin bir-iki parçasını camide özellikle sabah namazından sonra dinlemeyi bir itiyat haline getirmiştim.
Hiçbir şey anlamazdım ama bütün melodiyi, ahengi, sözü ve ritmi hisseder, anlama üstü bir sezişle kavrar gibi olurdum.
Ne yaman çelişki! Sabah namazı, tesbihat, risale dersi ve Aksu’nun parçası. Hayatın kendisi zaten birer ‘çelişkiler yumağı’ olmaktan başka ne ki?
Bir yanım sevap, bir yanım günah; bir yanım ciddiyet, bir yanım bohem; bir yanım medrese, bir yanım tekke; bir yanım iman, bir yanım kuşku…
Sonra Şiwan Perver, Civan Haco, Ahmet Kaya ve daha nicesi ile buluştu yollarımız.
Zamanla, Yahya Kemal ve Tanpınar vasıtasıyla, klasik mûsikimizin büyük ustaları olan Itri, Dede Efendi, Hafız Post ile tanıştım.
Şimdi “hatırası bile yabancı geliyor” çoğunun.
(Ezeli Mağluplar, s.155-159)