KIYMA KENDİNE!..
Sana verilen akıl ve bin bir tane hissiyatının şehadetiyle yüce bir vazife için gönderilen ruh ve cesedine kıyma!
Yükselmen; melekleri dahi mertebece geride bırakman mümkünken, kendini istediğini yapabilen başıboş bir “mahluk” görüp, “esfel-i safilin”e, dibi sonsuz bir “kuyu”ya atma!
Tepende gökkubbeye tutuna tutuna ilerleyen bulutlara bak; hepsi de senin için vazife başındalar. Şerha şerha yarılan dudaklara “âb-ı hayat”, “ her şeyden bir şeyi yapan” zatın hediyesi bitkilere yaşama ve boy atma vesilesi; güzelliğiyle, kokusuyla, tarâvetiyle, zerafetiyle, letafetiyle yüzüne gülen, içini hoş eden çiçeklere renk vermeye vasıta suyu ulaştırabilmek için vazifelendirilmişler.
Sadece onlar mı?.. Kâinattaki her şey öyle değil mi?
Yine dönelim bulutlara; “ebr-i Nisan”a. Onlar belki birazdan, şimdi içlerine çektikleri göz yaşlarıyla seni bir güzel ıslatacaklar, haline ağlayacaklar belki.
Belki de insanlığını unutturan, “insanca” olmayan bir hayatı “medenîlik” maskesi altında sunan, seni şimdi – ve son yüz elli yıldır- bulunduğun uçurum kenarına itip, yokuşları acımasızlığıyla başbaşa bırakan, tependeki gök “ katmanlarının” sana en yakındaki bulutları emrine koşturan Rahim Yaratıcı’nı ve onun müşfik ve hikmetli, üstüne üstlük “hayat” saçan emirlerini unutturarak, bir de akıllı geçinen “ medeni engizisyon”un bedbaht haline...
Seni o bulutlar, az mı ıslatmıştı hani? Hani o partide epeyce tepinerek “bazı mahluklara” benzediğin, sonra da –modaya uymak için- yumruklarını sıkarak ve havaya kaldıra kaldıra sövülmedik kimse bırakmadığın gün, neydi o yağmur?
Hatırlayamadın mı yoksa?
“Yürüyüş”ten sonra evine döndüğünde beyninin kıvrımları arasında adına ölüm dedikleri kaçınılmaz gerçek, önlenemez hakikat gezinmeye başlayınca, kah gülme, kah acı acı ağlama nöbetlerinden sonra midene ve bünyene yolladığın iki kutu “diazem” –uyku hapı- vardı ya!... Onları kullandıktan; “insanca” yaşamayı bırak, kendini öldürmeyi bile beceremediğin gün!
Bir arkadaşının çat kapı geleceği tutmuş, bir hastaneye yetiştirmişti seni.
***
Bak dostum!
Senin köklerin bir medeniyetti; kelimenin tam mânasıyla bir cemiyetten geliyordun!
Öyle bir cemiyet ki seni anlayan, ruhunu kavrayan, annenden doğduğun ilk anı da, ertelenmesi imkansız olan hayattaki son adımlarını da düzenleyen ve seni senden önce düşünen; tezatsız, dosdoğru, seni “ hakikat üstü hakikatla” kanatlandıran!
İşte o cemiyet ve medeniyet, seni daha ufaklığından alıyordu, “mezara kadar” yetiştiriyor ve “yaşatıyor”du.
“Ne ile?” dersen, hemen diyeceğim: Seni ana rahminden ölünceye kadar geçen süre içinde “insanca ve İslamca” yaşatacak bir “program” çerçevesinde; hatta ölene kadar da değil, en sonunda varacağın ebediyetler ülkesine kadar düzen ve huzurla götüren bir “ilkeler sistemi” çevresindeki bir hakikatla diyeceğim.
Evet, işte o cemiyette ölümün yokluk kuyusu olmadığını öğreniyordun, hayatın boş bir oyalanma değil, bir gayesinin olduğunu idrâk ediyordun, “ hesapların dahi hesabını vereceğin” bir Gün’ü – Yevmid-Din’i- hatırlayarak mesuliyetini tam biliyordun.
O cemiyette, bir gayen olduğu kabullendirilmişti sana. Küfrün ateşten çemberine düşürülmüş insanların hidayetine vesile olmak, zulüm altında inleyen insanlara adalet götürmek, “bedeviyette” yaşayan insanlara medeniyet götürmek; hakiki mânasıyla “Medineli” kılmak onları!
Bu gayeni çok defa hakikat sahasına sürdün de...
Senin vesilenle Konstantiniyye “İslambol” olarak hidayete ulaştı. Daha tuvaletin bile ne olduğunu bilmeyen Batı, oralara diktiğin medeniyet eserlerinin ışığığıyla birden parladı. Kardinal külahı taşıyan insanların zulümlerini çelik sinende “ila-yı Kelimetullah” aşkının alevinde erittin, un ufak ettin!
O günlerinde öyle bir mutluydun ki... Kanatlanacak sanıyordun kendini, belki de o yüzdendi adalet dağıtmak için “serhat” boylarında görünme hevesin!
Hem, bugünkü gibi bir uçurum kenarında da değildin.
***
O cemiyetten bugün eser yok mu? Yabani otlar, meyvesiz orman ağaçları arasında boy atmaya hazırlanan bir kaç fidan var elbet; onlar da sonradan ekilme değil, budanan koca gövdenin kalan kütüğünden yeniden fışkıranları.
O cemiyeti böyle mumla adam aranır hale nasıl getirdiler, biliyor musun?
Sadece şah damarını kestiler.
Sana kimliğini ve vazifeni, insan olduğunu ve bir akıl taşıdığını, bu yüzden bir gayeye sahip olman gerektiğini; derin bir çukura düşebileceğin uçurum kenarına gelmene mani olmak isteyenler, iki kuruş çıkarı için dünyayı ateşe vermekten çekinmeyenler tarafından sindirildi, ezildi, horlandı, “mürteci” diye yaftalandı.
Peki netice?
Şimdi bulunduğun ve mahzunca durduğun akıldan ve insaftan (kalpten) istifa uçurumunun kenarı, buna en büyük cevap değil mi?
İnsanlıktan istifa, “hakiki hayattan” istifa, kulluk tahtından istifa; işte bu istifa uçurumuna itilmendir en büyük cevap.
Uçurum...
Uçmak kökünden geliyor bu kelime.
Uçmak güzel şey sahiden; ama yükseklere uçmak.
İnsanlığa, İslamlığa, hayatın hayatına, “ala-yı illiyine” (yükseklerin yükseğine)... Cennet’e...
Yoksa kendine kıyacak şekilde insanlıktan uzaklaşmaya, ölüme, ölümden de beter küfre - nankörlüğe, “esfel-i safilin”e; aşağıları aşağısına uçmak değil; “düşmek” hiç değil!
Gel kıyma kendine genç dostum.
Kıyma!..