"Herbir şehri yüz defa mezaristana boşaltan ölüm, elbette, hayattan ziyade bir istediği var." Gençlik Rehberi.
Okunuşlu olmaya niyetlenmiş bir metin okurunu görmezden gelmez. Gelemez. Gelirse zaten 'okunuşlu' olamaz. Fakat nasıl bir görmektir bu? Herşeyi hazırlop kucağına vermek midir okurun? Hayır. Bu da okuru görmek sayılmaz. Ezmek sayılır. Daha doğrusu: Yarımca 'yok saymak' sayılır. Tamam. Okurun yürüyebilmek için kolaylaştırıcı bir asvaltın dökülmesine ihtiyacı vardır. Fıtratı bunu ister. Yolsuz mesafe alınmaz. Amma ittirmeye ihtiyacı yoktur. Ellerini tutmak gerekmez. Bebek değildir. Zihinsel engelli değildir. Aptal muamelesi görmeyi istemez. Bazı çıkarımların da kendi aklının/iradesinin payına bırakılmasını arzular. Öyle ya: Katili hemen ilk sayfada söylemekle güzel bir polisiye yazmış olmazsınız. Polisiye okuruna makul paylar ayırdıkça güzelleşir.
Okunuşlu bir metin de 'tamamlayıcı eksik'lerle donanır. Yazar metninin içindeki bazı alanları, okurunun kendisine sığacak yer bulabilmesi için, işgal etmekten vazgeçer. Hatta kast-ı mahsusla bıraktığı yarımlıklarla/boşluklarla teşvik edici dokunuşlar yapar. Düşündürür. Yani, tabir-i caizse, attığı kancalarla muhatabını metninin içine doğru çeker. Bu tıpkı bir muallimin bildiği birşeyi şüpheyle dillendirmesi gibidir: 'Acaba'yı sezinleyen talebeler hemen cevaba atılırlar. Boşluğa kapılırlar. Böylece öğrenme sürecine 'kendi iradeleriyle' dahil olurlar. Anımsayalım. Kur'an-ı Hakîm de birçok kez soru cümlesiyle karşılar bizi: "Hiç düşünmez misiniz?" der mesela. "Akletmez misiniz?" Elhamdülillah. Hatırımıza astığı bu türden sorularla kabiliyetimizce/gayretimizce arayışlara yönlendirir.
Coetzee de Yavaş Adam'ında soruyor: "Bir hayat artık yaşanmaya değmeyecek kadar kısıtlanabilir mi?" Cevabını vermiyor. Okuruna düşünmelik pay bırakıyor. Bu bir kancadır. Farkındayım. Fakat, soru cazibedar, kendimi tutamıyorum. Takılıyorum. Fikir yürütmeye başlıyorum. İlk vardığım yargı şu: Bunun, hakikatte olmasa da, tahayyülen mümkün olduğunu zannediyorum. Yani: Bir insan, hakikatte öyle olmasa bile, 'hayatının yaşanmaya değmeyecek kadar kısıtlandığını' vehmedebilir. Ki çoğu intiharın altında yatan neden bence budur. Yani bu vehimdir. İradelerinin payı azaltıldıkça insanlar yaşamaya daha az istek duyarlar. Dayatılanların oranı arttıkça isteksizliğin oranı da artar.
Hatta, ben, kaderin varlığının iradenin varlığıyla bir tezat oluşturmadığına en çok buradan iman ediyorum. Evet. Eğer kader büsbütün irademizin elimizden alınışı olsaydı, Hz. Âdem aleyhisselamdan bu yana, hiçbirimiz yaşamaya dair hiçbir arzu duymazdık. Mutlu olmazdık. Gülümsemezdik. Hatta, tıpkı istemediği biriyle zorla evlendirilmiş kişi oğlu/kızı gibi, yaşatılmaya karşı kinlenirdik. Herşeyden nefretlenirdik. Neden? Çünkü arzularımız irademizle bağlıdır. Bu sanki Cenab-ı Hakkın insanın fıtratına nakşettiği sınav düzeneğidir. İmtihan edilecek olanın seçmekten keyif alması gerekir. Tıpkı bal yapacak olan arının hergün çiçekleri gezinmekten lezzet duyması gibi.
Hayatlarının kısıtlandığını hissedenler intihara yaklaşıyorlar. Zira üzerine yaratıldıkları hikmetin boşa çıkarıldığını düşünüyorlar. Bu yaşamı amaçsızlaştırıyor. Okul eşyalarını kendisi seçen bir çocukla hiçbir eşyasının seçimine izin verilmeyen emsalini nazara alın. Hangisinin motivasyonu daha yüksektir? Aynen. Öyledir. Mezkûr nakışın izleri hayatın her köşesinde okunur. Herbirimiz 'seçmeye karşı duyduğumuz arzuyla' imtihan için yaratıldığımızın altını imzalarız. Yani bu halimizle de İslam'ın bir delili oluruz. Hatta seçimine katıldığımız süreçler 'daha kötüsüyle' sonlansa da onun sonuçlarına yine bir bağlılık hissederiz. Tuttuğumuz takımın sık yenilmesi taraftarlığını terketme fikri vermez.
Hepsi bu mu? Değil. Meselenin şöyle bir yanı daha var: Gaybı olmayan bir hayat da aslında büyük ölçüde kısıtlanmıştır. Sadece şahit olunanın içinde yaşanılan bir ömürle ötesinin bilinci içinde yaşananı seçenek zenginliği açısından bir midir? Duvarlarının genişliği eşit midir?
Daha müşahhas olsun. Neslican Tay üzerinden konuşalım: İnsanın ölüme karşı kazandığı bir zafer var mıdır? İlk insanın varlığından şu güne kadar salt direnmekle ölmemeyi başarabilen birisi çıkmış mıdır? O halde doğru olan, seçenekleri açısından kısıtlanmış bir 'ötesizlik' içinde yaşamaktansa, şahit olunanı anlamlı kılan 'gaybı' öğrenmeye gayret etmek değil midir? Aksi halde nasıl kahraman olunur? Yaralı buğday başağı günde binlerce ekini biçen bıçağa kafa atmakla övünebilir mi hiç? Bununla kahramanlık edinebilir mi? Bıçağa ne dokanır ki bundan?
Demek istediğim şu: Onu 'şeb-i aruz/düğün gecesi' kılamadıktan sonra sevincin de bir anlamı yok. 'Yaşam sevincini kaybetmemek' bıçaklardan öteye dair umudun varsa anlamlı. Yoksa anlamsız. Hatta kaybetmek daha anlamlı. Çünkü başına bir hiçlik gelecek. Sevdiğin ne varsa yokluğa bırakacaksın. Üstelik öncelerinde sen yok olacaksın. Buna rağmen sevincini korumaya kahramanlık gözüyle bakılır mı? Bu kısıtlanmışlık içinde hayat 'yaşanmaya değer'liğini sürdürebilir mi?
Hayatın yaşanmaya değerliğini sürdürebilmesi için ölümün onu kısıtlamaması gerekir. Bu da ancak ötelere imanla mümkün olur. Yoksa, ister-istemez, 'Destination Wedding/İstikamet Düğün' filminde Winona Ryder'ın Keanu Reeves'e sorduğu gibi sorar insan: "Sonunda herşey hiç olacaksa neden yaşamaya devam ediyoruz?"
Neslican Tay'a bu konuda yardımcı olabildik mi? Gidişinin hiçliğe olmadığını öğretebildik mi? Oraya bir parça da olsa hazırlanabildi mi? Boşlukları doğru şekilde doldurabildi mi? Esas buna bakmalı. Bunu aramalı. Yoksa, değil üç, kanseri bin kere yenen de ölecek. Ölüme direnenden muzaffer çıkmaz. Çıkmadı. O yenilgisiz bir pehlivandır. Onu yenebilenler ölümü 'ölüme rağmen' öldürebilenlerdir. Ayrılığını vuslata çevirebilenlerdir.