Mutlak hakikatlar penceresinden bakan temel kaynaklarda “ Nevruz-u Sultâni” şek-linde ifade edilen güzîde gün, türlü tarihî ve folklorik yorumlarla da açıklanmaya çalı-şılmıştır. Hâdisenin sosyolojik ve psikolojik, hatta etnografik yönünün bulunduğunu inkâr etmenin hiç bir ilmî ve “ bilimsel” düşünceye yakışmayacağı kanaatındayım.
Kelimenin lügat anlamı ile “ yeni gün” mânâsındaki kavram, 21 Mart gününe denk gelen zaman dilimi için de bir tarif ve nam olmuştur. Bilhassa doğu ve Asya’da ika-met eden milletlerde baharın ve İlkyaz’ın başlangıcını ifade eden , türlü milletlerin gelenekleri zaviyesinden kutlanan günün , kendi milletimiz açısından tayin edilmiş bir mesire günü şeklinde algılandığı bellidir; davranış şeklimizin tarih boyunca ve hâlâ tenezzüh bulma tarzında icra edilmesi, meselenin tarihi yönünü biraz da ikinci planda bırakmakta, halk kültür ve davranışı vechesini daha belirgin hâle getirmektedir.
Nevruz günü ile ilgili tasavvufi bâzı zorlama yorumların varlığı da aşikardır; ama bun-ların doğruluğu hakkında temel kaynaklarda herhangi bir ibarenin bulunmadığını görmekteyiz. Bazı edebi metinler ile dini kaynaklarda, “ Nevruz-u Sultani” şeklinde zikredilmesi, halkın örf ve an’anesine hürmetten ileri gelmelidir.
Ortaasya ve Türki Cumhuriyetler’de “ Nevroz” mahalli deyişiyle idrâk edilen günün, Türk tarihiyle - direkt olarak- “ilişkilendirilmek” istendiği çok görülmüştür. Halkbilimi açısından değerlendirilmesi gereken günün, tarihimiz içinde türlü şekillerde makes bulduğunu söylemek, herhangi bir tarih mantığıyla bağlanmayı gerektirmez. Bilhassa Göktürk Devleti’nin, Çin’in hazırladığı ve teşvik ettiği kardeş kavgalarıyla tarih sahne-sinden silinmesinden sonra, Altay Dağları’yla sınırlandığı kabul edilen Ergenekon havzasına sığınmış Oğuz Boyu'nun, yine oradan bir Nevruz günü ayrılıp, Kutluk Dev-leti’nin temellerini attıkları söylenegelmiştir.
Adı üstünde, sadece bir “destan”, yani etnografik ve folklorik, biraz da sosyolojik bir unsurla konunun dar bir sahaya kapatılmasını, tarihî anlayışla bağdaştıramıyoruz. Bütün doğu milletlerinin Nevruz günüyle ilgili efsanevi yaklaşımlarına - bir nevi- ta-rihî meşruiyet kazandıracak böyle bir izah, aynı zamanda millî menfaatımıza da ol-dukça aykırı değil midir?
Halbuki , meseleye milletlerin psikolojik gerçekleri ve üstlendikleri misyona hız ka-zandırıcı halk muhayyilesinin şekillendirdiği bir neşe günü olarak baktığımızda, hem tarih ilminin mantalitesini çiğnememiş, hem de bizimle kardeş pek çok doğu halkının hissine hürmet etme gibi bir kadirşinaslık göstermiş olacağız.
Hinduların “ arınma” anlayışlarını, Acemlerin “ Demirci Kava” yorumlarını, bizim “Er-genekon Destanı” yaklaşımımızı ve diğer milletlerin değişik anlayışlarını, hep birden halk psikolojisinin ve muhayyilesinin birer ürünü olarak görmek, ne onları dışlamak gibi vefasız bir tavrın pençesine atar bizi, ne de “ hakikata şahit” olma gibi bir “ bi-limsel” yapı göstermesi gereken tarih ilmiyle ters düşmememizi sağlar. Milletin fertleri ve diğer milletlere itimad ile dostluğun kapısını aralamak da ancak böyle bir tarihî anlayışla mümkün olacaktır.
Nevruz’un Halk muhayyilesine çeşitli şekillerde yansımaları görüldüğü gibi, Edebiyat tarihimizde de - kendine göre - akislerine, pek fazla olmasa bile, yine de rastlanmış-tır. Nevruz gününü eserine, onu canlandırıp “ teşhis” ettirerek, orijinal bir şekilde mevzu edenlerin başında , 15. Yüzyıl şairlerinden Mevlânâ LûtfÎ gelir. Çağatay Leh-çesiyle yazdığı şiirleriyle tanınan Şair’in, müstakil bir kaside olarak yazdığı uzun şiiri-nin adı, “ Gül ü Nevruz”dur.
“Niçük Ferhâr iline yitti Nevrûz
Garîbler tig yörüp ber- derd ü ber-sûz
Soradı sordı bülbül âşiyânın
Niçin bolsa tilep taptı nişânın
Körüp şehni bu suret bile bülbül
Ta’accübde kalıp başladı ğulğul
İlin öpti ayağın kuçtı der-hal
Du’adın songra sordı şerh-i ahval
Kim ay sultân-ı âlem kayda irding
İling küning kanı kayda yiberding
Ayıttı kıssasın Nevruz-ı bî- dil
Ki Behmen’din ni işler tüşti müşkil...”
Türkiye Türkçesi’yle ve özetle, “ Nevruz, Ferhar iline vardığında , garipler gibi dert ve iç ateşiyle yürüdü. Bülbülün yuvasını sorup soruşturdu, dilediği gibi izini buldu. Bülbül Nevruz’u bu şekilde görünce hayrette kalıp gürültüyle ötmeye başladı. Derhal elini öptü, ayağına sarıldı. Duadan sonra da hâlini sordu. ‘Ey âlem sultanı! Nerede idin, halkın nerede, nereye gönderdin.’ Aşık nevruz hikayesini anlattı. Behmen’den ne müşkil işler meydana geldiğini bildirdi. “ diye devam eden Şair, “Gül ü Nevruz” baş-lıklı eserinde , Nevruz için “ mâh-ı ferhâr”, “şâh-ı ferhâr” ünvanlarını kullandığına da şahit oluyoruz.
16.Yüzyıl Divan şairlerinden Âhî de, “ Nevruz”u konu aldığı gazelinde, “ şah-ı gül” tabiriyle günün ehemmiyetine ve manasına işaret etmektedir. Bilindiği gibi, ferhar kelimesi “ nadasa bırakılmış kırmızı toprak” manasına gelir, buradan hareketle “Nev-ruz” teriminin herhangi bir milli günden ziyade, bütün insanların ve toplulukların eğ-lenebilecekleri bahar günlerinin başlangıcını ifade ettiği daha iyi anlaşılır.
Edebiyat gibi sosyal ve kültürle alakalı, an’anevi anlayışların hakim olduğu klasik dev-rimizde, “ Nevruziyye” adıyla şöhret bulmuş pek çok şiir veya beyite rastlamak pekala mümkündür.
“Gün yüzün arz eyledi nevruzda ol mehlika
Mihr altun kaplu bir ayine virdü rü-nüma
Gonca-veş can ü dil-i Baki’yi pür-hun ittiler
Dembedem zari kılur gülzar-ı bezminden cüda” beyitleri Divan Şairimizin en büyük isimlerinden Baki’ye aittir; Dersa’adet Şâiri diye de bilinen sanatçının, Osmanlı’nın doğu milletlerindeki hissiyata hürmet göstermesinin de - bir bakıma- tercümanı ol-muştur.
“Nevruza karşı saçtı felek berf-i bi-şümar
Layıkdur akça saçmağa hakka ki nev-bahar
Kahr ile lütfunun meseli rüzgarda
Bir kış ola ki ahiri nevruz u nev-bahar” mısralarında Nev’i, nevruzun baharla olan alakasını kesin hatlarla belirttikten sonra, son mısra ile de sosyal hayatla ilgili olabile-cek temsilî bir istiâre yapıyor.
“Erişti bahar oldu yine hem-dem-i nevruz
Şad etse nola dilleri can-ı cem-i nevruz
Arayiş için bezmini Sultan Murad’ın
Erişti bahar oldu yine hem-dem-i nevruz” mısralarıyla Nef’i de Osmanlı Sultan’ı Murad Han’ın konuya olan müsamahasını ifadelendirmiş oluyor.
18. Yüzyıl Divan şairlerinden Nedim de, bir şarkısında;
“Gel ey cânân, sulh idelüm Nevruz-u Sultanidür” mısraıyla, günün Osmanlı Lale Dö-neminde bile, barış ve müsamaha hisleriyle dop dolu yönüne parmak basmıştır.
Nevruz ve kutlamalarının bir kültür ve gelenek, halk psikolojisinden doğmuş birer mefhum olduklarını unutmadan, şu sosyolojik vakıaya dikkat çekmeden de olmaya-cak. İçiçe yaşamış, sevinç ve kederde ortak hisler duymuş, aynı mefkure veya ülkü-nün potasında erimiş hiç bir milletin, zamanla birbirinden etkilenmeyeceği söylene-mez. Böylesi geleneklerin devam ettirilmesi, temel insanî değerlere ters düşmeyecek biçimde yaşatılması ve korunması , aynı kaderi paylaşmak zorunda kalmış insanları uzlaştırmak, bir arada tutmak ve kopmamalarını sağlamak için de bir zarurettir. Dik-kat çekmede yine fayda var; temel insanî değerler istikametinde olmak kayd u şartıy-la...
Nitekim Büyük Osmanlı’nın meseleye olan müsamahalı ve hassas yaklaşımı de işin içyüzünü bedahetle belirtmektedir. Öylesi gelenekleri meşruiyet sınırı içine çekme gayretlerini, sadece edebi metinlerdeki akisler şeklinde görmek de yanıltıcı olabilir. Hekimbaşı tarafından her nevruz günü padişaha sunulan,“ Nevruziyye” adı verilen hoş kokulu bir macunun törenle devlet erkanına sunulması gibi gelenekler, insanların alışkanlık , an’ane ve örflerini istikamet dairesine çekme, devlete sahiplendirme ve diğer doğu milletlerine itimad telkin etme tavırları olarak görmek mümkündür.
Halk şiirinde de meseleye temas eden pek çok şiir vardır. Bunlardan biri Aşık Cela-li’nin uzun koşmasıdır. Sadece iki kıtasını aktaracağımız koşmada, şair şöyle demek-tedir.
“Nevruz geldi gardaş üzülme sevin
Temizlenmiş hazır otağın evin
Çeşitli yiyecek tam yedi levin
Bereketli sofra bol olur Nevruz
Semeni helvayı yapar analar
Ak ellere kan kırmızı kınalar
Yuvasına döner leylek sunalar
Kuşun sığındığı dal olur Nevruz”
Asrımızın “ Ulum-u imaniyede fetva vazifesi”yle üstadlığını bilfiil ispat etmiş Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri (RA) ise meseleye şöyle temas eder:
“Gel, bugün nevruz-u sultanîdir. (Haşiye)Bir tebeddülat olacak, acib işler çıkacak. Şu baharın şu güzel gününde, şu güzel çiçekli olan şu yeşil sahraya gidip bir seyran ederiz. İşte bak! Ahali de bu tarafa geliyorlar. Bak bir sihir var. O binalar birden harab oldular, başka bir şekil aldı. Bak, bir mu'cize var. O harab olan binalar, birden burada yapıldı. Âdeta bu hâlî bir çöl, bir medenî şehir oldu. Bak, sinema perdeleri gibi her saat başka bir âlem gösterir, başka bir şekil alır. Buna dikkat et ki; o kadar karışık, sür'atli, kesretli, hakikî perdeler içinde ne kadar mükemmel bir intizam vardır ki, herşey yerli yerine konuluyor. Hayalî sinema perdeleri dahi, bunun kadar muntazam olamaz. Milyonlar mahir sihirbazlar dahi, bu san'atları yapamazlar. Demek, bize gö-rünmeyen o padişahın çok büyük mu'cizeleri vardır.
Ey sersem! Sen diyorsun: "Nasıl bu koca memleket tahrib edilip, başka yere kurula-cak? "
İşte görüyorsun ki: Her saat, senin aklın kabul etmediği o tebdil-i diyar gibi çok inkılablar, tebdiller oluyor. Şu toplanmak, dağılmak ve şu hallerden anlaşılıyor ki: Bu görünen sür'atli içtimalar, dağılmalar, teşkiller, tahribler içinde başka bir maksad var. Bir saatlik içtima için on sene kadar masraf yapılıyor. Demek bu vaziyetler maksud-u bizzât değiller. Bir temsildir, bir takliddirler. O zât mu'cize ile yapıyor. Tâ suretleri alı-nıp terkib edilsin ve neticeleri hıfzedilip yazılsın. -Nasılki, manevra meydan-ı imtiha-nının herşeyi kaydediliyordu ve yazılıyordu.- Demek, bir mecma-ı ekberde muamele, bunlar üzerine devam edip dönecek. Hem bir meşher-i a'zamda daimî gösterilecek. Demek şu geçici, kararsız vaziyetler; sabit suretler, bâki meyveler veriyorlar.”
KAYNAKLAR:
1-Büyük Türk Klasikleri ( Ötüken Yayınevi)
2- Türk Ansiklopedisi
3- Milli Kültür Dergisi, no: 57
4- 21 Mart 1997 tarihli Zaman Gazetesi:
5-Devellioğlu Lügatı
6- Sözler,55-56
Not: Geçende vefat eden akrabam Ziya Bingöl için, ailesine taziyetlerini sunuyor, Al-lah’tan rahmet diliyorum.