Jefrrey Kearse, 1950 yılında New York’ta dünyaya geliyor ve bu şehrin hâlâ ikamet ettiği, irşad yaptığı ve sosyo-ekonomik olarak düşük hayat standartlarıyla bilinen bölgesi Brooklyn’de büyüyor.
Kiliseye düzenli giden bir genç profili çiziyor yaşı ilerlediğinde. Hatta yazdığı kadarıyla Baptist kilisesindeki Pazar derslerinde henüz bir gençken hocalık yapıyor. Ayrıca birçok siyahi genç gibi profesyonel olarak basketbol oynuyor. Hikâyenin kırılma noktası tam da burada. Zira Allah’ın açtığı “farkındalık” kapısı, hidayet kapısı herkese farklı yerlerde açılıyor; Jeffrey Kearse için de bu basketbol takımı oluyor. Basket oynadığı dönemde bir takım arkadaşı o dönemin yükselen fenomeni Nation of Islam üyesi (bir not, daha önce yaptığımız röportajlarda da yazdığımız portrelerde de defalarca karşımıza çıkan Nation of Islam’ın tüm sakat yanlarına rağmen ne kadar önemli bir yere sahip olduğunu iyice anlayalım). Kearse de o arkadaşı sayesinde Nation of Islam’a ilgi duyuyor ve harekete angaje olmaya başlıyor. 1969’da okulu bitirdiğinde ise Hareket’in üyesi ve tabii bunu takiben de Müslüman oluyor.
“Ben İslam’a arka kapıdan girdim”
Wahhaj’ın Nation of Islam’a dair görüşlerine birazdan daha detaylıca değineceğim ancak bu noktada belirtmem gerekir ki o zaman dâhil olduğu Nation of Islam’ı –hakkını teslim eder bir tonda saygıyla yad etmeyi ihmal etmeden- pek de iyi görmüyor bugünün bakışıyla. “Beni çeken doğrusu, teoloji değildi. Kur’an mesajı değildi. Beni çeken hareketin bizatihi kendisiydi, siyah gururuydu. O dönemde tüm beyaz insanları şeytan olarak görüyordum. Ben İslam’a arka kapıdan girdim.” diyerek o dönemki ruh hâlini izah ediyor Wahhaj. Bu arada dikkat çekmek istiyorum, Jeffrey Kearse’ın Nation of Islam’a dahil olduğu yıl 1969, yani 19 yaşında. Bunun bir evveliyatı olduğunu da düşünürsek Kilise’de hocalık yaptığı yıllar neredeyse ergenlik çağları. Takdir edelim ki bu büyük bir meziyet, Wahhaj’ın bugün bir imam olarak nüfuzunu tüm Amerika’ya yaymasına yol açacak yıldızı ta o zamanlarda, Kilise’de parlamaya başlamış diyebiliriz.
Birkaç sene Nation of Islam’da kalan Kearse için ikinci kırılma noktası Hareket’in kurucu lideri Elijah Muhammed’in ölümü oluyor (1975). Elijah Muhammed’in ölümünden sonra ona ait öğretiler Kearse’ın kafasında çözülmeye başlıyor. Tam bu noktada Elijah Muhammed sonrasında ikiye ayrılan Hareket’te Deen Muhammed öncülüğündeki akımın içinde kendini konumlandırıyor ve Deen Muhammed’in de teşviki ile sahih Sünni bir itikada yöneliyor. Bu arada Deen Muhammed’in ölen liderin oğlu olduğunu da belirtelim. Buna rağmen Nation of Islam’ın o dönemki sosyolojisini yönetme hususunda Louis Farrakhan'ın (Malcolm X cinayetinin arkasında olduğu düşünülen Nation of Islam lideri) da etkili olup Deen Muhammed’in rakibi olabilecek kadar bir kitleyi arkasında topladığını hatırlatalım.
Deen Muhammed kendi takipçileri ile beraber yeni bir sayfa açıyor ve Hareket’i yeniden düzenliyor. Demin belirttiğimiz şekilde Farrakhan gibi bu değişime direnenler olsa da Deen Muhammed, Hareket’in mensuplarını Ortodoks bir İslam’a yönlendiriyor. Bu dönemde Kearse da adını değiştirerek Siraj Wahhaj yani Arapça manasıyla “parlayan yıldız” ismini alıyor. Nitekim daha sonraki akıbetine bakarsak çok doğru bir isim seçtiğini görebiliriz.
Takva Mescidi nasıl doğdu?
Wahhaj, Mekke’ye İslami eğitim almak için gitmeye karar veriyor ve 1978 yılında birkaç ay tedrisattan geçmek amacıyla Umm al-Qura Üniversitesi’ne gidiyor. Dönüşünde de Howard Üniversitesi’nde İslami ilimlere dair dersler veriyor. Ancak bu süreçte fikirleri Deen Muhammed’den de ayrışmaya başlıyor, bu da Wahhaj’ın Nation of Islam’dan tamamen kopuşu ile sonuçlanıyor. Yanılmıyorsam 1981’de Brooklyn’de kendi mescidinde faaliyet göstermeye başlıyor. Kendi cemaatini oluşturuyor. Böylece şu an Amerika’daki Müslümanlar arasında iyi bilinen “Masjid at-Taqwa” yani “Takva Mescidi” ortaya çıkıyor. Wahhaj hâlen bu Mescid’de namazlara imamlık yapıyor, tam gün İslami ilim dersleri, Arapça dersleri organize ediyor ve ayrıca Mescid’de evlilik danışmanlığı hizmeti de bulunuyor.
Takva Mescidi faaliyete geçtiğinden bu yana Siraj Wahhaj ismi her geçen gün daha da duyulur oluyor. Nation of Islam’dan tamamen ayrılıp Sünnet’e oldukça bağlı bir çizgi benimsiyor. Kur’an’ı okurken tevilci bir anlayışla yaklaşma eğilimine de karşı çıkıyor, örneğin bazı ayetlerde belli fiiller için öngörülen cezaların aynen uygulanması gerektiğine inanıyor. Hatta bu yüzden “şeriatı liberal demokrasiye tercih eden bir radikal” olmakla itham ediliyor kimi zaman. Kendisi de esasında bunu reddetmiyor, “İslam mükemmel bir din, her şeyi tamam, tabi ki bu sistemlerin üzerinde” diyerek duruşunu açıkça belli ediyor.
Ancak konuşmalarını biraz dinleyenler bilirler ki Wahhaj hiç de üstüne yapıştırılmaya çalışılan “tehlikeli radikal” etiketine uygun bir imam değil. Bazı fikirleri ve söylemleri Sünnet’e bağlılık prensibinden ötürü modernite ve sekülerizm ile çeliştiği ve bilhassa liberal Amerikan sistemine şok edici geldiği için böyle bir algı olsa da Amerika’da gayet saygın yer edinmiş ve yeri geldiğinde devletten de takdir görmüş bir kanaat önderi Wahhaj. Çünkü Wahhaj güçlü bir hatip (gerçekten çok iyi bir hatip) olmasının yanında sosyal adaletin peşinde koşan bir eylem adamı. Mesela 1988’de Amerikan polisi ile ortak bir uyuşturucu karşıtı faaliyeti var ki cemaatinin adamları ile yaptığı bu cesur “40 gün 40 gece uyuşturucu nöbeti” eylemi sayesinde Brooklyn’deki birçok batakhane kapatılıyor, uyuşturucu tacirleri polis tarafından tutuklanıyor. Bu operasyonun başarısını bizzat sağlayan Wahhaj, o dönemlerde New York Polis Departmanı’nın övgüsüne mazhar oluyor.
Sosyal adalet meselesine kayıtsız bir kanaat önderi değil
Ayrıca oldukça etkili bir retoriğe sahip Wahhaj, kendi takipçileri arasında büyük bir saygı uyandırıyor. Arapça’ya ve İslami ilimlere vakıf bir görüntü sergilediği gibi toplumsal olaylara ve gençlik yıllarından kalma bir duruş olarak sosyal adalet meselesine kayıtsız, sırça köşkünde bir kanaat önderi değil. Hayatın içinde, cemaatiyle iç içe, sorunlara pratik çözüm bulmaya çalışıyor. Kur’an’ı dar bir bakış açısıyla anlayıp belli noktalarda takılmak yerine geniş bir bakış açısıyla Kitabi prensipleri ele alıp bunların güncel hayatın içine nasıl empoze edilebileceğine kafa yoruyor. Bu çabasını ortaya koyarken Amerika’nın, hatta dünyanın farklı yerlerindeki insanlara ulaşıyor ve çok içten bir şekilde bu çabasının meyvesi olan fikirlerini, birikimlerini insanlarla paylaşıyor. Kısaca teorik meselelerde takılı kalmak yerine “Müslümanca bir hayat pratiği nasıl ortaya konabilir?” sorusuna cevap arıyor.
Onun duruşunu şu sözleri çok iyi özetliyor: “Dava’nın en büyük formu Müslümanlar’ın duruşudur. Sıklıkla kendime sorarım: 'Ben eğer bir Müslüman olmasaydım ve Müslümanlar’ın bütün bu yaptıklarını okusaydım, neden Müslüman olmayı tercih ederdim? Kur’an ve Peygamber’in Sünnet’i hakkında pek bir şey bilmesem neden Müslüman olmayı tercih ederdim?' Kamuoyunun gözünde Müslüman imajı iki kaynaktan geliyor; ya medyadan ya da bizzat bizim davranışlarımızdan. Bu da şu anlama geliyor ki, yapacak çok işimiz var, şayet Dava’ya gerçekten hizmet etmek istiyorsak.”
Ayrıca arayışı ve mücadelesi sırasında Wahhaj kesinlikle Amerika’yı terk etmiyor. 11 Eylül’den beri İslamofobi ile mücadelenin ön saflarında ve bu mücadeledeki retoriği bana kalırsa klişe ezberleri aşan daha kavrayışı yüksek bir retorik. “İşimiz Müslüman coğrafyalardan zor olabilir, burada toplum ve değerler farklı. Ancak burası özbeöz benim, bizim de topraklarımız” diyor ve “onların toprakları” diye bir kenara çekilemeyiz diye ekliyor. Bu noktada çok güzel bir bakış açısı geliştirip “daha önce 'onların toprakları değil, bizim de topraklarımız' diyerek kenara çekilmedik ve başardık. Bir kez daha neden yapamayalım?” diye soruyor. Daha önceki başarıdan kastettiği ise siyahi hareketin, ırkçı bir Amerika’dan bugüne değin elde ettiği kazanımlar pek tabii.
New York’taki “Majlis Ash-Shura” yani Şura Meclisi'nin de üyesi
Wahhaj’ın konuşmalarını dinleyenler onun radikal gelen söylemlerinin (dediğim gibi teorik anlamda şeriat vb. meselelerin liberal sistemle uyuşmaması sebebiyle bu) etrafında oluşturulmaya çalışılan imajın yanlış olduğunu görebilirler. Bilhassa 1993’te Dünya Ticaret Merkezi’ne yapılan bombalı saldırıya adı karışan Cemaat el İslamiyye (bu hareket Mısır kökenli radikal bir eylemci örgüt olarak adlandırılıyor. FBI merkezine saldırı planı yaptıkları, ayrıca Hüsnü Mübarek suikastının arkasında olduklarına dair söylentiler var) lideri Ömer Abdulrahman’ın lehinde mahkemede tanıklık yapmasının üzerine bu imaj daha da kuvvetleniyor. Ancak Wahhaj’ın şiddeti bir yol olarak benimsemediği (bugünlerde IŞİD ve Boko Haram tarzı örgütlere karşı cephe almış durumda), inanç ve düşünce özgürlüğünün arkasında duran söylemleri vurgulayan bir lider olduğu ortada. Hatta plüralist mesajlar vermekten de geri durmuyor. Daha önce de belirttiğim gibi, Wahhaj’ın asıl derdi Müslümanlar’ın da içinde bulunduğu toplumun bir parçası olduğunu kabul ettirmek ve böyle bir ortamda davasını sürdürmek gibi duruyor.
Wahhaj’ın Takva Mescidi ile yola çıktıktan sonra yukarıda belirttiğim söylemleri, faaliyetleri sayesinde önemli ve etkili bir kanaat önderi hâline gelmesinin elbette başka getirileri de oluyor. Bu hususta en önemli iki nokta, Wahhaj’ın 2001 yılında The Muslim Alliance of North America (MANA)’yı kuran 2 kişiden biri olması –ki daha önce yazılara konu ettiğimiz kişiler arasında de bu birliğe üye olanlar mevcut- ve ABD’nin en büyük iki Müslüman topluluğundan biri olan Islamic Society of North America (ISNA)’nın başkan yardımcılığını bir dönem yürütmesi. Ayrıca Wahhaj, New York’taki “Majlis Ash-Shura” yani Şura Meclisi denen, Müslüman âlimlerden müteşekkil yapının da üyesi. Wahhaj, 1991 yılında Temsilciler Meclisi açılışında namaz kılınmasını ilk teklif eden kişi ki bu da daha o dönemde sözü etkili olan bir kimse olduğunu gösteriyor. Wahhaj’ı hâlihazırda on binlerce kişi internetten takip ediyor, konuşmaları dünya çapında büyük bir kitle tarafından beğeni ile izleniyor. Adettendir diye not edelim, kendisi en etkili 500 Müslüman listesinde de yer almış.
Dünya Bizim