Neyzen Tevfik’in hayatını hulasa eden iki kelime var: Ney ve mey. Ney görünmeyen alemi temsil ederken mey görünen alemi temsil eder. Bu iki kutsal hatırına başkaldırmadığı hiçbir şey yok: Makam, mevki, şan, şöhret, servet, aile. Hayatında âşık olduğu en yüce değer hürriyet. Bunun için hicvetmediği dost ve düşman yok. Günümüzde yaşasaydı galip ihtimalle falanca ekabire hakaret davasından müebbed hapse mahkum edilirdi.
Bütün hayatı serbest ve serazat bir halde meyhanelerde, kahvehanelerde, tımarhanelerde, izbe sokaklarda geçti. Görmeyi çok isterdim Neyzen’i. Hasan Ali Yücel’in tabiriyle şahane bir derbeder idi Neyzen. “Yalın ayak, başı kabak, sırtında bir torba, içinde birkaç demir boru ile bir r.şişesi olduğu halde nerde akşam, orada sabah, bir derbeder hayatı sürdü.” Onun gözünde dünyanın en büyük şairi Ömer Hayyam. Bence bir yönüyle kendisi üstadı Hayyam’dan bile büyük. İki eseri var: Hiç ve Azab-ı Mukaddes. Onun hayatı kocaman bir hiç idi. Hep olmak için hiç olmayı tercih etti. Hep olmanın yolu hiç olmaktan geçiyordu çünkü.
Ulemadan, umeradan, vüzeradan sevgisine mazhar olmadığı kimse yok. Dünyayı ve içindeki bütün cazip nimetleri elinin tersiyle itebilmesi en takdire şayan tarafı. İsteseydi her şeye sahip olabilirdi ama o bilerek hiçbir şeye sahip olmamayı istedi. Rindane ve harabati bir yaşam sürdü. “Türklerin Diyojeni” lakabı boşuna verilmemişti. Eşref, Akif, Fikret, Hamit gibi simalardan en mümeyyiz farkı bu dasitani terk-i dünya hasleti idi.
Bütün hayatı her türlü istibdada karşı “hayır!” diye haykıran bir nasiyedir. Ama zahir ulema bunu ne kadar anlayabilir ki? Heccav, şair, musikişinas, alim, arif, veli, deli hepsini kendisinde toplamış bir hilkat harikası Neyzen Tevfik. İlk defa neyini dinleyen bir müşahit şöyle diyor: “Ben o güne kadar bir kamış parçasının insanı benliğinden tecrit edecek kadar böyle dile geldiğini görmemiş, hissetmemiştim. Vakit guruba yakın ve kainat sanki Neyzen'i dinler gibi hâmûş idi.”