“Acınızı paylaşıyorum” diye başlamak istemiyorum. Konu “acınız” değil “acımız”dır. Bir insanın bir insana yaptığından tüm insanlık sorumludur. Kendimi hemşehriniz olan katilin silahının kabzasını hazırlayan ihmallerden sorumlu tutuyorum. Dünyanın her köşesinde kötülüğü besleyen vurdumduymazlıklara en azından gafletim yüzünden katkıda bulunduğumu düşünüyorum. Çok uyuduğum için böyle oldu belki. Kim bilir, ben yeterince sesimi yükseltmedim, canilerin sesi yükselmiştir. Kim bilir…
Acılar insan yüreğinin açılma zamanıdır. Ortak acımızın yüreğimizin kabuklarını çatlattığı bugün, daha net anlaşacağımızdan ümitliyim. O yüzden hatırlatıyorum. Davam, ülkenize minare dikmek değil; minarelerin elçilik ettiği ışığı sizinle birlikte insanlığın yüreğine düşürmektir.
BİR
En çok bildiğinizi sandığınız yerden başlayalım. Minareler Müslümanlara ait değildir. Müslümanlar minare inşa eder ama minare üzerinde sahiplik iddia etmez, edemezler. Aksine, sahiplik iddialarının hepsini reddetmek için yükselir minareler. “Bu bizim!” demek için değildir minare. “Bu benim, sana vermem!” bencilliğini sivriltmek için değildir minare. “Burası bizim, siz defolun gidin!” diye dışlamak için değildir minare.
“Sahip olma”ya karşı “şahit olma”nın sembolü olarak sivrilir minareler şehirlerin silüetinde. Çoğaltma telaşıyla habire o eşyadan bu eşyaya koşturulanların paylaşma huzuruyla buluştukları serin gölgeleri besler minareler. Kendine yontmaya hevesli, benliğini sivriltmeye ayarlı modern insana, bencillik ve ben-merkezlilik dışında bir menzilin daha olduğunu göstermek için çoğalır minareler. Alışılmışın dışında bir başka huzurun olduğunu, öncelenmişlerin de öncesinde bir başka önceliğin olduğunu haber vermek için göğe uzanır minareler.
Her minarenin yanı başında en az bir kubbe gökkubbeyi incitmekten korkarcasına usulca kabarıverir. Minare, hepimizi insan olarak ağırlayan gökkubbenin kucaklayıcılığını, kabulleniciliğini haber vermek için nöbettedir. İstanbul’un denizi kubbelerle göğe taşıran ve yeryüzünü minarelerle ötelere ilikleyen silüetinin ardına düşüp “Blue Mosque”ın serinliğinde hayatının en derin ve en geniş nefesini alan Avrupalı sayısı milyondan az değildir. Neden aynı nefesi plazaların “roof”unda alamazsınız? Neden ta ötelerden sizi sarıveren kucaklama hissini sözgelimi Manhattan’ın göğü delen yükseltilerinden devşiremezsiniz? Minareler, müslümanların zafer anıtı, taraftarlık bayrağı değildir. Minareler bencilliğin taş kalbini yumuşatan nazik filizlerdir. Minareler cimriliğin ağır gölgesini dağıtan deniz fenerleridir. Bize değil sadece; size de lazımdır.
İKİ
Sadece minareler değil, İslam da Müslümanlara ait değildir. Çünkü, ne İslam Müslümanlarla başlamıştır ne de İslam –bir zamanlar oryantalistlerin gördüğü/görmek istediği gibi-Müslümanların başkalarını yargılayacakları, öteleyecekleri, etiketleyecekleri, yönetecekleri bir araç olagelmiştir. İslam Müslümanlara değil, Müslümanlar İslama tabidir. İslam’ı bir taraftarlık bayrağı, bir rövanş silahı, bir nefret üretim odağı olarak taşımaz Müslümanlar. İslam üzerinden taraftarlık üretmek, İslam’ı manivela edip ötekini dışlamak, İslamın içeriği de istediği de değildir. İslam, Hristiyan ya da Yahudi karşıtlığı da değildir. Vahiy yoluyla gelen değerlerin hepsini içerir ve besler İslam. Değerler için bir üst çatıdır, bir nihai buluşma zeminidir. Bu yüzden bütün peygamberler “İslam Peygamberi”dir.
“Bizim peygamberimiz” olarak bildiğiniz Hz. Muhammed (asm) ise, sadece kronolojik olarak “son peygamber” olarak değil, ontolojik olarak “sonuç peygamber” diye adlandırılmayı hak eder. “Sonuç Peygamber”e tabi olan müslümanlar, müslüman olmak için Hristiyanlık ve Yahudilik değerlerinin kaynağı olan Hz. İsa’ya (as), Hz. Musa’ya (as), İncil’e, Tevrat’a, Hz. Meryem’e iman ederler. İman etmezlerse, Müslüman olamazlar. “İslam’ın Kitab’ı” Kur’an, bir Hristiyan’ı ya da Yahudi’yi inancını terk etmeye değil, tamamlamaya çağırır. Bir Müslüman, en az Hristiyan kadar İsa’yı peygamberi bilir, en az Yahudi kadar Musa’yı peygamberi bilir. Müslüman olmayı tercih eden bir Hristiyan ya da Yahudi Hz. İsa’ya da, Hz. Musa’ya da eskisinden daha çok iman eder; İncil’i ve Tevrat’ı daha çok doğrular bulur kendini. Dolayısıyla, İslam’ın sembolü minarenin yanında durmanız, kendi karşınızda değil, kendi yanınızda durmanız demektir.
ÜÇ
Minare “bizim” değil, “bizim için” değil, “bizden yana size karşı” hiç değildir. Minarelerin sivrilmesinde, “biz-siz” ayırımı yoktur ki, minare “bizim” olsun da minaresizlik “siz”e kalsın. Size, bize, hepimize lazım olan bir yerde bekler minare. İnsani değerlerin yükseğe konulduğu yere değer ucu minarenin. Başkaları için var olmanın hatırlatıcısı olarak yanar minarenin kandilleri. “Öteki”ni de kucaklamanın, “farklı olanı” hoş görmenin zemininde yükselir minare. Yollarda billboardlar, meydanlarda reklam panoları, sokaklarda işyeri levhaları “değer” üretmeye çağırmaz insanı. “Satın al!”, “Harca!”, “Daha yenisi varken eskisiyle yetinme!” “Bak, bundan sende yok; yazık sana!” der. İnsana varolduğunca değil, harcadığınca değer biçer. İnsanı varoluşuyla karşılamaz, yüzüne sahici bir bakışla bakamaz şehrin iki yüzlü yüzleri. İnsanı cebindeki paraya göre muhatap alır, kredi kartındaki limite göre değerlendirir. Modern şehirlerin göze çarpan tüm çıkarcı detaylarına bir başkaldırıdır minare. Modernliğin bireyi yakan ve yıkan metalik çıkıntılarına karşı bir sığınaktır minare.
Şehirde, bir çıkara göre yaklaşırsınız yaklaştığınız yere. Bir harcama beklentisiyle çağırılırsınız neredeyse tüm kapılardan içeri... Ama mabedler öyle değil. Günün baş köşelerinde sonsuzluğun sesi olarak çınlayan minareler öyle değil. Paranın para etmediği bir yerin olduğunu müjdeler minareler insana. Çıkar hesaplarının aşağıda bir yerlerde ezildiğini, ayırımcılıkların hesaplardan silindiğini, kavgaların geçmişe gömüldüğünü seslendiren bir ulvi teneffüs zilidir minare. Sonsuz nefesli bir ümittir. İnsanın bencillik kışından çıkacağına, büyüklenme kayalarını yumuşacık filizler gibi parçalayacağına, meyveye duracağına dair bir büyük haberdir. Bu haber “bize” değil, “hepimize” lazımdır. İslam’ın hakkını vermiş bir Müslüman’dan “sizin çan kuleniz”, “bizim minaremiz” diye bir ayırımcılık beklemeyin. “Bizim kitabımız-sizin kitabınız” diye bir çekişme beklemeyin bizden. “Bizim Peygamberimiz-sizin Peygamberiniz” restini hayalimize bile dokundurmaktan utanırız biz müslümanlar. İnançsızlığa karşı semavi dinlerin hepsinin yanındadır Müslüman. İnsanın soysuzlaşması karşısında, insana değer katan, insanlığa değer üreten bütün mabedlerden yanadır Müslüman. Dolayısıyla, seçimde minarenin kaybı, bizim değil hepimizin kaybıdır. Sevineni olmaz bu kaybın, sadece mahzun olanı vardır. Bundan böyle minareyi doğrultmak bizim kadar size de düşer.
DÖRT
Bunca sözü ne mecbur olduğumuzdan söylüyoruz ne de gönül almak için rüşvet olarak veriyoruz. Minareleri yükselten İslam medeniyetinin, mecbur olmadığı, aksine başkalarını istediği kadar icbar edebileceği devirlerde, kimseyi hiçbir şekilde inanmaya zorlamadığı, kimsenin dilini/dinini değiştirmeye mecbur etmediği açıktır. Dilerseniz, bugünkü Kudüs’ün Yafa kapısına kadar gider, sadece “one minute”nuzu ayırarak, kudretli İslam halifesinin hiç mecbur olmadığı halde, her yanı Müslümanların egemenliğindeki şehrin kapısına, “La ilahe illallah...” yazdırdıktan sonra, “MuhammedürResulullah” yerine “İbrahim Halilullah” yazmayı tercih ettiğini görebilirsiniz. Sizin anlayacağınız, Muhammed’i Allah’ın elçisi bilmenin Kudüs’teki karşılığı, Musa’nın, İsa’nın, Muhammed’in ortak atası ve değeri olan İbrahim’i Allah’ın dostu olarak bilmek, bildirmektir.
Muhammed’in elçilik ettiği, minareleriyle tanıdığınız bu din, Hristiyanların ve Yahudilerin hatırını Müslümanların hatırı kadar yüce tutar. Çünkü “ehl-i kitab” deyince Kur’an, “ortak kelime”yi emreder, ortak değerler inşa etmeye davet eder. Dolayısıyla, İbrahimi geleneğin ortak değerleri üzerinde yükselir minareler. Minareler size bir şeyler kaybettirmek için değil, kaybettiğiniz İbrahimî geleneği yeniden üretmek için yükselmektedir. Bu konudaki örnekler sadece Kudüs’le sınırlı değildir elbet... Ama Müslümanların coğrafyasında havraların ve kiliselerin de kuleleri ve kubbeleri mecburen ya da kerhen değil, bile isteye, seve seve ayakta tutulur. Eğer bunun tersi bir davranış görmüşseniz, ki görmüş olabilirsiniz, hepimizin başına iki dünya savaşını bela etmiş olan, ırkçılıkla beslenen “ulus-devlet” anlayışının ürettiği bir kötülüktür bu. İslam, ırkçılığın her türlü biçimine uzaktır, karşıdır, karşı durmaktadır. Minarelerin hakkının verildiği yerde faşizm değil barış filizlenmiştir, savaş değil huzur olmuştur.
BEŞ
Minareler, son tahlilde bir semboldür. Bir olana inanmanın yeryüzündeki şahitleridir. Çoklukta ezilmeye karşı, kesrette boğulmaya karşı klas duruşun yükseltileridir. Yeryüzünden göklere uzanan işaret parmaklarıdır. Dünyanın geçiciliğinden ahiretin sonsuzluğuna atılan düğümlerdir. Şehrin fani astarını, göklerin ebedi atlasına beş yerinden diken iğnelerdir. Vahyin insan kalbine kazandırdığı aydınlığın, insanın yalnızlığına karşı ürettiği değerlerin ete kemiğe bürünmüş halidir. Dipsiz unutulmuşlukları delip geçen sivri bir hatırlatmadır. Umutsuz karanlıkların böğrünü yırtan bir ışık kaynağıdır. Giderek büyüyen kibir balonlarını patlatan bir çıkıştır. İnsanı yatay düzlemde koşturan çoğaltma hırsını dindiren sakin bir tevekkül duruşudur. İnsanı “daha çok...”lar peşinde sürükleyen “çoğaltma hırsı”nın ateşini dindiren sadelik ve duruluk anıtlarıdır.
Bir’i bilmenin yeridir minare. Bir’i duymanın kulağıdır minare. Bir’i görmenin aynasıdır minare. Bir’i çağırmanın dilidir minare. Bir’i istemenin sesidir minare. Bir’i bilmek bir bir hepimizin ihtiyacıdır. Bir olanı birlemek parçalanmış akıllarımızın, kanamış kalplerimizin ilacıdır. Sadece bizim değil, sizin de ihtiyacınızdir Bir’i bir bilmek. Bir’in temsilcisi minarelerin hepsi yıkılsa da, gam yok Bir’i bilenlere. “Onlara ne korku vardır, ne de mahzun olurlar.” Sözün özü, bizim derdimiz minare dikmek değil ki, sizin derdiniz minareyi diktirmemek olsun.
ALTI
Minareye “şeair” deriz biz. Yani simge. Yani hatırlatıcı. Yani, kendisinden başkasına gösteren bir tanık. Yani parmak gibi işaretçi. Akıllılardan ay’ı gösteren parmağa değil, parmağın gösterdiği aya bakması beklenir.
Minarenin işaret ettiği gerçeği, kıyısında beklediğiniz deniz her an her damlasıyla gösteriyor zaten: “Allah Rahman’dır, Rahim’dir.” Minarelerde okunan ezanların seslendirdiğini her gece ülkenizin göğünü sessizce dolaşan “hilal” keskince fısıldıyor: “İlah yoktur Allah vardır.” Hiçbiri birbirine benzemeyen parmak uçlarında ilan ediliyor Allah’ın birliği. Her bir kar tanesini eşsiz bir özenle var eden Allah’ın Bir’liği okyanusun böğründe milyonlarca kez seslendiriliyor zaten. Aynaya dönen her yüzde okunuyor Yaratıcı’nın biricikliği ve her varlığı biricik eyleyen sonsuz özeni ve ihtimamı.
Şimdi, yeryüzünün parmağı olan minareler kırılsa da, “şeair” yok olsa da, işaretçiler yıkılsa da, “parmak”ların gösterdiği gerçek hâlâ yerinde duruyor.
Size rağmen değil, sizin için...