Nuh'un gemisi

Selman IRLAYICI

Kavminin önde gelenleri? 'Gerçekte biz seni açıkça bir 'şaşırmışlık ve sapmışlık' içinde görmekteyiz' dediler. (A'raf Suresi, 60)

Dediler ki: 'Ey Nuh, bizimle çekişip-durdun, bu çekişmede ileri de gittin. Eğer doğru söylüyorsan bize vadettiğini getir (görelim.)' (Hud Suresi, 32)

Gemiyi yapmaktaydı. Kavminin ileri gelenleri kendisine her uğradığında onunla alay ediyordu. O: 'Eğer bizimle alay ederseniz, alay ettiğiniz gibi biz de sizlerle alay edeceğiz' dedi. (Hud Suresi, 38)

Nuh (a.s.) kıssasını bilirsiniz. Kavmini hak yoluna davet etmiş bir peygamber ve O’na itaat etmekten kaçınan, hor gören ve yalanlayan bir kavim.

Olayların oluş ve gelişmesi elbette bir-iki günde olmamıştır. Nuh (a.s.)’ın yaklaşık bin yıl yaşadığını düşünürseniz, hadiselerin uzun bir zamana yayıldığı açıkça görülecektir.

Bu konuyla ilgili olarak bizim zihin jimnastiği yapacağımız kısmına gelince:

O zamana gidip, o devirdeki insanlar gibi yaşadığımızı farz edip, onlar gibi düşününce şöyle bir manzara karşımıza çıkıyor:

Allah’ın emirlerine itaat etmemiz gerektiğini, O’na ortak koşmaktan şiddetle kaçınmak zorunda olduğumuzu bizlere söyleyen birisi var. Kendine ‘peygamber’ diyor. Allah’ın azabından kaçınmak için gemi dediği, büyükçe garip şekilli bir bina inşa ediyor. Etraftakiler O’nun bu haline gülüp alay ediyorlar. Nuh peygamber ve O’na inananlar ise mahcup…

Sonra, etraftakiler kötü davranıyorlar. Tanıyanlar, tanımayanlar ‘şaşırmışlıkla’ veya ‘sapmışlıkla’ itham ediyorlar. Çünkü vaat edilen zamanın geleceğinden ümitleri yok. Davet var, ama illâ ki “neticeyi görelim” mantığıyla karşılık buluyor. Asıl olan netice ya!. O da bahane esasında. Niyet yok ki inansın. Arada bir Allah’ın inayeti de olmasa, yardımını da bizatihi göstermese, temelli garip kalacak inanmışlar; yalnız kalacaklar. Yaşadıkları kavmin (nüfusu ne kadardı bilmem ama) olsa olsa onbinde bir veya ikisinin iman edip, itaat ettiği bir haldesin. Bir rivayete göre sadece yedi kişi. Kendi oğlun sana gülüyor; alay edenlerle bir oluyor. Öyle olsa da, evlat işte.. Yine son demde çağırıyorsun: “Gel, kurtul!”. Ancak arz ve semâ artık dayanamamış, Allah’ın emriyle onlar da gazabın kendisi olmuş. Yıkıvermiş geride kalan ne varsa.

Şimdi bu güne gelelim:

Hak bir davanın sahibi olduğunu söylüyorsun. Ama ‘insanlar hor bakarsa’ diye çekincelerin var. Bir gören olursa, ben nasıl para kazanırım diye, ibadetlerini yapmaktan kaçınıp, millete hizmetkârlık makamından(?) dünyevi menfaatler sağlamakla meşgulsün. Sair zevat aç kalıyormuşçasına, başka kapı yokmuşçasına sarılmışsın işine, çaresizlik içinde. Karizmayı çizdirmeden yaşamak istiyorsun. İnsanlar gördüler mi saygı göstermeli, ayağa kalkmalı, zaman zaman çay ve yemek ısmarlamalılar. Niye? Çünkü ben, benim ya!... Ben çok değerli bir adamım; elbette ki insanların nazarında. Peki Cenâb-ı Hakk’ın nazarındaki durumumuz nasıl. Acaba O bize nasıl ve hangi nazarla bakıyor? Yarattığı; besleyip doyurduğu; kimselere vermediğini verip, giydirdiği; lütfundan eksik etmeyip bolca ikram ettiği kulundan istediklerini alabiliyor mu? Ya da biz karşılığını verebiliyor muyuz?.. Mümkün değil. Öyleyse niyetimiz var mı? Bilmem ki... Hani ameller niyetlere göre idi. Amel buysa, niyet besbelli. Sen de bir yanlışlık olmalı. Eksik olan, hatalı olan, yanlış olan bir şeyler var:

Rabbinin emirlerini yerine getirmek hususunda gayretli misin? Ne olursa olsun, beşer nazarında gülünç durumda kalmaktan korkuyor musun? Yoksa bu sana güç mü veriyor? İmanını takviye mi ediyor? Önemli olan kimin nazarında iyi olman gerektiğine karar verebilmekse eğer; ve sen bu soruda doğru cevabı bulmuş, doğru şıkkı işaretlemişsen; ve eğer Allah’ın azabından ve sapıtmışlardan ve sapkınlıklardan ve Rabbine karşı gelmekten korkuyorsan; emrolunduğun gibi dosdoğru olmaya hazır isen, gemi hazırdır artık. Sana sadece binmek kalmış.
Bir adım ilerisi, bir adım gerisi.. Arada iki adım yok. İyi düşün!...

“… Evet, Risale-i Nur, sefine-i Nuh gibi Anadolu’yu Cebel-i Cûdî hükmüne getirip, küre-i arzın yangınından ve tokatından kurtulmasına bir sebeptir. Çünkü zaaf-ı imandan gelen tuğyan, ekseri musibet-i âmmeyi celb ettiği gibi, imanı fevkalade kuvvetlendiren Risale-i Nur, o musibet-i âmmeyi dairesinin haricine bırakmaya rahmet-i İlahiye tarafından vesile oldu. Bu ehl-i dünya, bu Anadolu halkı Risale-i Nur’a girmeseler de ilişmesinler. Eğer ilişseler, yakında bekleyen yangınlar, tufanlar, zelzeleler ve taunların istilâsına uğrayacaklarını düşünsünler, akıllarını başlarına alsınlar. Madem biz onların dünyalarına karışmıyoruz, onların da lüzumsuz bir halde bu derece ahiretimize karışmalarında onlara felâket getirmek ihtimali kavîdir.

... Hem ehl-i siyasete hiç münasebetimiz olmadığı halde, kat’î bilsinler ki, bu memlekette, bu asırda, milleti anarşilikten, tereddî ve tedennî-i mutlakadan kurtaracak yegâne çaresi, Risale-i Nur’un esasatıdır. Bu hadisede sıkıntı çeken masumlar ve üstadları bilsinler ki, ağır şerait altında bir saat nöbet, bir sene ibadet ve hakikî tefekkür-ü imaniye ile bir saati, bir sene taat hükmüne geçtiği gibi, inşaallah onların sıkıntıları da öyle sevaba medar olur. Onlar da, merak ve teessürle değil, ferah ve sürurla karşılamalı.” (1)

(1) Kastamonu Lahikası, Sayfa:98

selman@risalehaber.com

 

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.