“Akıbet muttakilerindir.”
“Nun” bir sır kapısıdır.
“Nun” bir sevda yumağıdır ve ben “nun”u anlayamadım gitti…
Ama ben bir ses işitmiş bir ışığa doğru uçup gitmiştim.
Sonra bir avuç gördüm adım yazılıydı.
Sonra bir haleye karışmıştım.
Zira o kızmış; ”ben de sizleri dinlemeyeceğim” demişti.
Sonra zamanları aşan bir seda ile haykırıyordu.
Ben dizinin dibine konmuştum.
“Ey bu asrın ötesinde beni dinleyen Ahmetler, Mehmetler, Sabriler” diyordu.
“Varsın muasırlarım beni dinlemesin” diyordu.
Ve işte ben ondan sonra o karıştığım hale ile birlikte bir daha o ışıktan ayrılmamıştım.
***
Her gün avucunu açar tek tek isimlere bakardı.
En hassas noktası kâinatta gördüğü o muazzam rububiyete karşı gerekli ubudiyeti yapma gayesiydi.
Namaza durduğunda perdeler bir bir açılırdı.
İlk perde Kâbe olurdu. Sonra Resulullah’ın (asm) arkasında namaza dururdu.
“Na’budu ve nas’tainu.”
Neden “ben” değil “biz” diye sorardı.
Sonra “nun kapısı” açılır oradan seyahate çıkardı.
Ben ve karıştığım ruhlar halesi hep takip ediyorduk.
Perde perde sırlar açılırdı.
Önce Beyazıt camiindeki cemaat saf tutardı.
Sonra tüm İstanbul…
Ardından bütün İslam âlemi ayaklanırdı;
Saf saf Mekke’ye ve Kâbe’ye döner “iyyakeneabdu ve iyyakanestein” deyip âmin derlerdi.
Sonra bütün kâinat bütün mahlûkatıyla birlikte “nun” ordusuna katılırdı.
Sonra ruhlar âlemi amenna ve saddakna derlerdi.
İşte o zaman ben de tüm sesimle bağırır Amin… Âmin… Âmin… derdim.
Derken meleiala da dalgalanma başlar, bütün melekler saf tutardı.
Böylece bütün mülk ve melekut alemleri topyekun niyaz ederdi…
Ve bütün o sesler imkanat dairesinden rububiyet dairesine doğru tek bir sese dönerdi:
“Yarabbi biz ancak sana kulluk eder ancak senden yardım dileriz.”
Haktan halka sınırsız akışlarda sınırsız merhametler, sınırsız ikramlar yağıyordu.
Halık’ın bu merhametkarane rububiyetine ancak salâtı Kübra ile insanı ekber olan kâinat cevap verebilir.
Ve işte “nun” kâinat kadar açılır, kâinatı insanı ekber yapar. Sonra kâinat “nun”da eriyip insan kadar küçülür her insan salâtı Kübra meyvesi verecek kadar kâinatlaşırdı.
Böylece salata duran her insanın zerreleri, kuvvaları ve duyguları sınırlı bir sonsuzlukta sınırsız bir ibadete dururken, yan yana durduğu tüm cemaat-i uzma sayısınca kâinatlar secdeye giderdi.
İşte tam o zaman ben hayıflanırdım.
Adımın yazılı olduğu avuçta ismim ve etrafındaki oluşan halede ruhum secdeye giderken, kainatlaşmadığıma yanar, bir an önce ceset libasıma sarılıp onun arkasında saf tutmak için can atardım.
Aslında Hz. Adem’den beri bu isteğim vardı.
Ta kalu beladen beri söz vermiştim.
Silsile halinde her nebinin etrafındaki haleye karışmış Resulullah’a kadar gelmiştim.
Hele orda o kadar çok hayıflanmıştım ki, yer ile asuman arasında tüm menzillerde niyazda bulunmuştum.
Baktığım tüm kütüklerde adımı görmemiştim.
Taki o avucu ve o ışığı görene kadar.
Şimdi o ışığın yanındaydım.
Zira direk isimle çağırmıştı.
***
“Ey üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sâkitâne Nurun sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafî-i gaybî ile bizi temâşâ eden Said'ler, Hamza'lar, Ömer'ler, Osman'lar, Tâhir'ler, Yûsuf'lar, Ahmed'ler, ve saireler! Sizlere hitap ediyorum. Başlarınızı kaldırınız, "Sadakte" deyiniz. Ve böyle demek sizlere borç olsun. Şu muâsırlarım, varsın beni dinlemesinler. Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizinle konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim;”
Ben bütün heyecanımla ta o zaman “sadakte” demiş “seninle kışları yaşamak baharların en güzel zamanından daha güzeldir” demiştim.
Ama takdiri ilahiye boyun eğmek zorunda kalmıştım.
İşin en garip tarafı nedir biliyor musunuz?
O hep bu zamanı sevmiş ve avucuna almıştı.
Ben ise hep o zamana özlem duymuştum.
Onun var olduğu bir zamanda Resulullah’a müezzinlik yaptığı bir Salâtı Kübra’da en arka safta “nun” deryasına cisminle katılmayı çok istemiştim.
Şimdi ancak zorla hayal kurmaya çalışıyorum.
Ne yazık ki bu ceset libasımı giydiğimden beri ise bir türlü “nun” sırrını anlayamadım gitti.