Nur cemaati şahs-ı manevi merkezli, lider ihtiyacı olmayan bir cemaattir. Bediüzzaman hazretleri de kendisinden sonra kimseyi halife bırakmamıştır. Bu tarz ise mazinin geleneksel hizmet biçimine uymuyor. Bunun sebeplerini izah edebilir misiniz?
Üstadımız bir çok mektuplarında ısrarla “Zaman cemaat zamanıdır.” buyuruyor. Bu ifade geneldir. Yani bu zamanda, sadece İslam’a hizmet için değil, her konuda başarılı olmanın yolu cemaatle çalışmaktan, fertleri değil sahs-ı maneviyi nazara vermekten geçer. Ticaret âleminde “marka isimler” vardır. Bunlar birer şahs-ı maneviyi temsil ederler. O markayı beğenenler şirketin sahiplerini, müdürlerini, pazarlamacılarını tanımazlar bile.
Üstad hazretleri şeyhü’l-İslamlık müessesesinin de (meşihat dairesinin) bir tek şahıs yerine bir şahs-ı manevî ile çalışmasını faydalı bulmuş ve bu fikrini şöyle dile getirmiştir.
"Sadaret üç mühim şûrâya bizzat istinat ediyor, yine kifayet etmiyor. Halbuki böyle inceleşmiş ve çoğalmış münasebat içinde, içtihadattaki müthiş fevzâ, efkâr-ı İslâmiyedeki teşettüt, fâsid medeniyetin tedahülüyle ahlâktaki müthiş tedenniyle beraber, meşihat cenahı bir şahsın içtihadına terk edilmiş.
Eski zamanda değiliz. Eskiden hâkim bir şahs-ı vâhit idi. O hâkimin müftüsü de, onun gibi münferit bir şahıs olabilirdi, onun fikrini tashih ve tâdil ederdi. Şimdi ise, zaman cemaat zamanıdır. Hâkim, ruh-u cemaatten çıkmış, az mütehassis, sağırca, metin bir şahs-ı mânevîdir ki, şûrâlar o ruhu temsil eder.
Şöyle bir hâkimin müftüsü de ona mücanis olup, bir şûrâ-yı âliye-i ilmiyeden tevellüt eden bir şahs-ı mânevî olmak gerektir. Tâ ki, sözünü ona işittirebilsin. (Sünuhat)
Elbete ki şahs-ı manevî tabiriyle Üstadın kastettiği asıl ve temel mana, iman ve Kur’an hizmetinde, fanî şahısları nazara vermek yerine, cemaat şuuru uyandırmak, tek tek çalışan aletlere karşılık bir fabrika kurmak ve mamülleri onun adına sunmaktır. Şu ifadeleriyle, küfür ve dalalet cereyanlarının da şahs-ı manevi şeklinde çalıştıklarına, yani örgütler, localar, kulüpler, komiteler, dernekler şeklinde faaliyet gösterdiklerine dikkat çekmektedir.
"Hem ehl-i dalâlet ve haksızlık, tesanüd sebebiyle, cemaat suretindeki kuvvetli bir şahs-ı mânevînin dehâsıyla hücumu zamanında, o şahs-ı mânevîye karşı, en kuvvetli ferdî olan mukavemetin mağlûp düştüğünü anlayıp, ehl-i hak tarafındaki ittifak ile bir şahs-ı mânevî çıkarıp, o müthiş şahs-ı mânevî-i dalâlete karşı hakkaniyeti muhafaza ettirmek…" (Lem’alar)
Asın bu manevî mimarının bu hikmetli tespitini hayata geçirmesinde, kader kendisine sanki şöyle bir yol çizmiştir:
Her türlü dinî faaliyetin yasaklandığı, Kur’an okuyanların hapse atıldığı, ezanın Türkçe okunmaya zorlandığı o dehşetli istibdat dönemimde, Üstad hazretleri de bu zulümlerden nasibini almış, hapislere konulmuş, sürgünlere yollanmış, eserlerini gizlice yazdırmış ve risalelerin dağıtımı da yine gizlice yapılmış ve sonunda bütün yasaklara rağmen bu eserlere sahip çıkan, Üstadı küfür ve zındıka cereyanlarının hücumlarına karşı yalnız bırakmayan, yanından ayrılmayan, eserlerini yazmak, basmak ve neşretmek için bütün ömürlerini feda eden bir kahramanlar ordusu teşekkül etmiş ve böylece Nur Cemaati olarak bir şahs-ı manevî ortaya çıkmıştır.
Belki de Üstada hiç ilişmeselerdi, eserlerini serbestçe yazsa ve bastırsa idi, herkes bu kıymetli eserleri rahatlıkla satın alacak, evine götürüp şahsen okuyacak, diğer okuyucuları tanıyamayacak ve bir şahs-ı manevi teşekkül edemeyecekti. Ben bunları düşünürken şu ayetin cihanşümul manasının bu hadisede de açıkça görüldüğünü ve bütün berraklığıyla okunduğunu düşünür ve “Kaderin her şeyi güzeldir.” hükmünü bütün kalbimle tasdik ederim.
“zahirî musibetler altında ve neticesinde inayet-i İlâhiyenin çok tatlı neticeleri var. عَسٰى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ çok kat’î bir hakikatı ders veriyor. O dersi daima hatıra getir. (Emirdağ Lahikası, 1)
Üstad, şahs-ı manevi ile çalışmayı tercih ettiğinden tarikat kurma yoluna gitmemiş, kendisinden sonra halife bırakmamıştır. Tek bir kişinin bu davayı kemaliyle temsil edemeyeceğini şu ifadeleriyle açıkça dile getirilmiştir:
"Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsi ve o şahs-ı manevîyi temsil eden has şakirdlerinin şahs-ı manevîsi “Ferîd” makamına mazhar oldukları için, değil hususî bir memleketin kutbu, belki -ekseriyet-i mutlaka ile- Hicaz’da bulunan kutb-u a’zamın tasarrufundan hariç olduğunu.. ve onun hükmü altına girmeye mecbur değil…..
……
Şimdi anlıyorum ki; Gavs-ı A’zam’da kutbiyet ve gavsiyetle beraber “ferdiyet” dahi bulunduğundan, âhirzamanda şakirdlerinin bağlandığı Risale-i Nur, o ferdiyet makamının mazharıdır... (Kastamonu Lahikası)