“Nur dersleri” veya “Nur terapi” olarak bilinen, Risale-i Nur eserlerinin okunduğu sohbet alanları, neredeyse bütün dünya ülkelerinde giderek artıyor.
Bendeniz, gittiğim Avrupa ve Asya ülkelerinde, hattâ Japonya’da bile bu sohbet evlerine bizzat gittim. Sistem, her birisinde hep aynıydı…
Bu okuma sohbetlerine yabancı bilim adamları “hocasız halk üniversiteleri” tanımlaması yapıyorlar ve kendi ülkelerinde de artmasını teşvik ediyorlar. Kur’an âyetlerinin açılımı yapılırken veya Yüce Yaratıcımızın Sıfatları ve Esmâsı tanıtılırken, âdeta çok zevkli bir beyin fırtınası yapılıyor.
Aslında Peygamberî bir metod olan bu okuma sohbetleri, asrımızın mücedidi kabul edilen Bediüzzaman Hz.’nin açtığı bir çığır ile çok önemli bir ivme kazanmıştır…
Bendeniz, bu okuma sohbetlerine 1972 yılından beri her hafta en az 1-2 ayrı yere, bazen de haftanın 6-7 günü gittiğim oluyor. Bundan çok istifade ettiğim gibi, çok büyük de keyif alıyorum. Sosyal dayanışma bakımından da bir hayli önem arz ediyor.
Hani insan hoşlandığı, istifade ettiği ya da keyif aldığı avantajlardan, sevdiklerini de yararlandırmak ister yâ, işte bu nedenle bazen, bazı dostlarımı bu sohbetlere davet ediyorum. Gelen dostlarımın çoğunluğu, bana çok teşekkür ederek bu sohbetlerin meftûnu, âşığı ve müdavimi oluyorlar.
Hattâ bazıları da beni çok ciddi bir hata ile suçluyorlar. Şöyle ki:
-“Hocam, siz beni kaç seneden beri tanıyorsunuz?”
-“Herhalde 10-15 sene olmuştur.” Dediğimde, birden ciddileşerek:
-“Affedersiniz ama hocam, ahirette benim iki elim sizin iki yakanızda olacak!...”
-“Hayırdır arkadaşım, niçin?”
-“Hocam, ben bu eserleri dinlemeye ve daha sonra da okumaya başladığımdan beri, aileme huzûr geldi. Hayatı, hattâ ölümü bile daha çok sevmeye başladım. Pazarda dolaşırken bile her sebzeye veya meyveye baktığımda, yüce Rabbimin ikrâmını hissetmeye ve her şeyden haz ve lezzet almaya başladım. Bağlara, bahçelere, dağlara, denizlere, çocuklarıma ve aklınıza ne gelirse, her türlü nimetlere baktığımda, bu nimetlerin gerçek sahibini otomatikman hatırlıyor oldum. Böylece, çok ferahlıyorum, ve…”
Derken daha fazla uzatmadan sözünü kesiyor, merakımı gidermek için soruyorum:
-“Kardeşim daha ne istiyorsun! Her şey senin menfaatine dönmüş. Daha ne olsun? Peki, bana niçin kızıyor ve suçluyorsun?”
-“Hocam, sen benim 10-15 senemi daha önceleri de kurtarabilirdin! Sen kendin bu sohbet yerlerine gidiyordun, beni gördüğün halde davet etmiyordun. Zaman-zaman îmâ etsen bile, hiç ısrar etmiyordun. Benim en az 10 senemi yedin!...”
Buna benzer serzenişleri dinledikten sonra, ne yapabilirim ki?
-“Haklısın kardeşim, fakat herkese bu türlü çağrı yapılamadığını biliyorsunuz. Sizden bir susamışlık hissetmeden bu çağrıyı yapamadığım için, hakkını helal et. Bunun için benden ne istiyorsun?” gibi savunmalar yaptığım çok oldu.
Genelde işi tatlıya bağlamamıza rağmen, “ACABA, ahrette yakama yapışırlar mı?” diye düşünerek, çok zamanlar zaman içim burkulmuştur.
Şu son haftalarda bu olayların tersini yaşadım:
Yukarıda arz ettiğim pişmanlığımı ve iç burukluklarımı düşünerek, bir işadamı dostumu bir Perşembe sohbetine götürdüm. Çıkışta, ben hiç bir şey sormadan:
-“Abi bundan sonra bu tür sohbetlere ne zaman gidersen, mutlaka beni de götürmeni rica ediyorum. Eğer götürmezsen gücenirim. İnan ki çok hoşuma gitti.” Deyince, biraz cesaret aldım.
Birkaç gün sonraki sohbete çağırdığımda, bir mazeret beyan etti ve gelmedi.
2-3 Gün daha geçtiğinde yine davet ettim, yine âdetâ ipe un serdi.
Bu durum 4-5 kez tekrar etti. Onun yakın arkadaşlarına sorduğumda, bana “bu kişinin diğer arkadaşları, onunla alay ediyorlar. Hoca mı olacaksın yâ? Boş ver bu işleri! Gibi sözler söyleyerek, yanlarından ayrılmasını engelliyorlar” dediler.
O yakın arkadaşıyla ona haber yolladım ve önceki “Bundan sonra her sohbete geleceğim, beni mutlaka çağırın…” şeklindeki sözlerini hatırlatmasını söyledim. Aynen uygulanmış ve o iş adamı arkadaş şöyle bir cevap vermiş:
-“Yahu ben Raif hocama gelirim, dedim ama o da beni her zaman çağırıyor! Ben bu kadar çok gitmeye dayanamam ki!” gibi şeyler söylemiş.
Bu haberi aldığımda, ben Ümraniye sohbetine gitmek üzereydim. Kendisini hemen telefon ile aradım:
-“Selçuk bey, eğer müsaitsen sana güzel bir fıkra anlatacağım.” Dedim.
-“Buyur hocam dinlemeye müsaidim, fakat misafirim var, bu akşam hiç bir yere gidemem!” dedi. Ben başladım fıkrayı anlatmaya:
-“Yahudi’nin biri arkadaşına dert yanıyormuş. Yahu Agop kardeş, bizim kari son zamanlarda çok müsrif oldi. Daha bir ay önce benden istedi 300 Frank. Aradan 3 gün geçmedi istedi 150 Frank daha. Bir hafta geçti-geçmedi istedi daha 200 Frank. 4 Gün sonra bir 100 frank daha istedi. Şimdi de üç gün önce 300 Frank…” derken arkadaşı sabırsızlanır ve şöyle konuşmaya başlar:
-“Haklısın bre Yasef, hakketen senin kari olmuş çok müsrif. Fakat çok merak ettim, acaba bu kadar çok parayi bu kari nerelere harcıyor?” Yasef cevap verir:
-“Kuzim Agop, ne bileyim ben! Nereye harcasin? Ona hiç para verdiğim yok ki!... O sadece istiyor!... ”
Bu fıkra biter bitmez Selçuk bey haykırdı.
-“Şu anda neredeyseniz abi? Geri dönün ve hemen beni de alın. Bundan sonra hep geleceğim...”
Evet, gerçekten biz de büyük bir şamatayla geri döndük ve Selçuk beyi aldık. Yolda bana o an bulunduğu ortamı da anlattıktan sonra:
-“Hocam, bir fıkra ancak bu kadar yerine oturur.” Dedi.
O akşamki sohbetin yarıdan sonrasını da, cep telefonuna kaydetti…
•Umarım ki, bu arkadaşımız da bir süre sonra “daha önce neredeydin? Benim şu kadar senemi yedin!” diye benim yakama yapışanlardan olur…