Nur Fabrikası, Nur Postacıları ve Isparta Kahramanları…

Misafir Kalem

Bünyamin Bayram

Bilindiği gibi Bediüzzaman Said Nursî hazretlerinin, 1926 – 1960 yılları arasında, iman ve Kur’an davası uğrunda mücadeleyle geçen hayatının büyük bir kısmı sürgün, zorunlu ikamet ve hapishanelerde geçmiştir.

İşte o çok zor şartlar altında, ağırlıklı olarak İman ve Kur’an hakikatlerini içeren Risale-i Nur eserlerini telif ederek ve aynı zamanda yazılan bu Risalelerin, bir biçimde insanımıza ulaşmasını sağlayan mücadele dolu bir ömür geçirmiştir.

Din adına, iman adına herhangi bir çaba ortaya koymanın bedelinin (hapishane, sürgün, idam, vb.) ağır olduğu bu dönemlerde, Üstad Said Nursî yazdığı Risale-i Nur eserlerinin çoğaltılarak, muhtaç gönüllere ulaştırılması, fedakâr nur talebeleri aracılığıyla, büyük imkansızlıklar ve ağır şartlar altında gerçekleşmekteydi.

Bu kutsi iman ve Kur’an hizmetinde Bediüzzaman’ın davasına sahip çıkan Nur talebeleri, her türlü zorluğa rağmen, büyük bir hizmet heyecanıyla telif edilen Risaleleri yazıp çoğaltıyor ve ülkemiz insanına ulaştırmaya çalışıyorlardı. Zorluklar nedeniyle büyük bir fedakârlık ve öz veri ile çalışan bu talebeler, Üstad tarafından büyük bir takdirle karşılanarak övülüyor ve teşvik ediliyordu…

Said Nursi hazretleri, nur talebelerinin iman ve Kur’an hizmetinde gösterdikleri üstün çalışmalarını takdir ve teşvik etmeye yönelik kullandığı sıfat ve tanımlamalar çok kayda değerdir. Çünkü takdire yönelik yapılan söz konusu isimlendirmeler ve tanımlamalar, nur talebelerinin telif edilen risaleleri yazıp çoğaltarak dağıtmalarındaki şevk ve heyecanlarını sağlayan çok önemli bir etkiye sahip olmuştur.

Bediüzzaman’ın talebelerine yönelik kullandığı takdir, teşvik, şefkat, sabır, inanç, teslimiyet, vb. içerikli sıfatlar ve isimlendirmeler hayli çoktur:

Üstad Hazretleri özellikle onlara gönderdiği mektupların başında muhatab aldığı talebelerine farklı ifadelerle hitap etmiş, onları taltif etmiştir. Bu taltiflerini de bazı sıfatlar vererek yapmıştır. Ayrıca muhatablarının hizmetteki durumuna göre de hitab farklılık arz etmiştir. “Aziz, sıddık, vefadar, hakikatlı, vefakâr, kardeşlerim”

Şuâlar’da yazdığı bir kısım mektuplarda “Canımdan çok sevdiğim kardeşlerim” “Ey bu dar-ı fanide medar-ı tesellilerim bu diyar-ı gurbette enislerim ve esrar-ı Kur’ân’iyede iştiyakleriyle konuşturan zeki, ferasetli muhtaplarım”, “Aziz sıddık, sarsılmaz ve tevekkülün mahiyetini ve kıymetini anlayan kardeşlerim” “Halis, muhlis kardeşlerim ve hizmet-i Kur’ân’iyede ciddî, hakikî arkadaşlarım, muktedir, müteyakkız kardeşlerim” “Aziz, sıddık kardeşlerim ve mübarek varislerim ve emin vekillerim” ”...bu dehşetli asırda mükemmel tesellilerim ve varislerim” “...sarsılmaz, usanmaz, çekinmez, çekilmez kardeşlerim” diye hitap etmiştir. Kur’ân öğrenen çocuklar için “Aziz masum evlâtlarım” demiştir.

Kastamonu Lâhikası 1. Mektupta “Aziz, sıddık, mübarek kardeşlerim ve hizmet-i Kur’âniyede ihlâslı ve kuvvetli ve şanlı arkadaşlarım” der. Diğer bir mektupta sekiz sıfatla hitab ediyor: “Aziz, sıddık, fedakâr ve vefakâr kuvvetli, kıymetli ve çalışkan ve muktedir arkadaşlarım.” “Aziz, mübarek, sıddık, sadık, ruhum canım kardeşlerim.” Bazı mektuplarda da farklı olarak “alicenab”, “nuranî yoldaşlarım”, “Fa’al, sebatkâr”diye eklemiştir. Elbette bunları çoğaltmak mümkündür.

Ancak, “Nur Fabrikası, Nur İskelesi, Nur Postacıları ve Isparta Kahramanları” gibi isimlendirmeler benim en çok dikkatimi çeken ve özellikle “Isparta Kahramanları” isimlendirmesi, benim duygusal olarak etkilendiğim kavramlar arasında yer almaktadır.

Bu sıfatlar ve tanımlamaların dikkatimi çekmesinin nedeni:

1- Said Nursi hazretleri tarassut altında ve takip edilmektedir. Her türlü dini yayın ve faaliyetinin yasak olduğu ve sıkı takibe alındığı dönemlerdir. Milletin dinden uzaklaşmasını isteyenlerin rağmına; Üstad, telif ettiği iman ve Kur’an hakikatlerini içeren Risale-i Nur eserlerinin, bir biçimde topluma ulaştırılmasının, İslami gelecek adına hayati önem taşıdığını bilerek hareket etmektedir. O ortamda Devletin Posta hizmetlerinden yararlanmak çok zordur. Bu nedenle nur talebeleri tarihte eşine az rastlanan kendilerine mahsus bir posta sistemi ve iletişim ağı kurmuşlardı. “Nur Fabrikası, Nur İskelesi, Nur Postacıları” isimlendirmeleri bunun için önemliydi.

2-Uluhuyeti inkar fikrinin işlendiği ve materyalist düşüncelerle iman esaslarının zedelendiği bu dönemde; öncelikli olarak İmanı Kurtarma hizmetine yönelinmesi gerekiyordu. İman hizmetine sahip çıkan insanların az olması ve bunların Risale-i Nur dairesinde samimi ve sadakatle çalışmaları; Nur Talebelerinin, tarikat ve benzeri başka grup, fikir ve ideolojilere kapılmamaları, Risale-i Nur’larla hizmet etmeleri önemliydi. İşte bu nedenle Üstad, evliyalardan bile yüksek bir makamı ifade eden “Isparta Kahramanları” sıfatını kullanmıştır. Çok etkileyici ve büyüleyici bir kavramdır…

Bu isimlendirmeler 1926–1935 yıllarına kadar uzanır. Zira Bediüzzaman Said Nursî bu tarihler arasında mecburi ikamet için getirildiği Isparta’nın Barla nahiyesinde Risale-i Nur Külliyatını telif etmeye başlamıştı... Gerek Risalelerin telifi, gerek bunların yazılıp çoğaltılması ve muhtaç gönüllere ulaştırılması büyük imkânsızlıklar içerisinde gerçekleştiriliyordu. Nur talebeleri büyük bir hizmet heyecanıyla risaleleri yazıp çoğaltıyor ve istifade edebilmeleri için insanlara ulaştırmaya çalışıyorlardı.

Barla, Risale-i Nur’un üçte ikisinin telif edildiği bir yer olmasının yanında, tarihte eşine az rastlanan bir uygulamaya da sahne olmuştu. Çünkü elle yazılan eserler, gönüllü “Nur Postacıları” tarafından, öncelikle tashih edilmek üzere Üstad’a ulaştırılıyor. Daha sonra da çoğaltılarak yurdumuzun birçok bölgesine gönderiliyordu. İşte bu iman ve Kur’an hizmeti, ilk başlarda Isparta ve havalisinde daha sonra ise ülke çapında tam bir posta ağı kurularak yürütülüyordu.

Nur Fabrikası:

Risale-i Nur’un değişik yerlerinde “Nur Fabrikası” isimlendirmesi geçer. Bediüzzaman’ın önde gelen talebelerinden Tahirî Mutlu, Nur Fabrikası sahiplerinin Hafız Ali, H. Ali Ergün, H.Mustafa ve kendisi olduğunu ve bu fabrikanın faal çalışanlardan biri olan ve özellikle Nur Postacısı ünvanını alan Abdullah Çavuş (Kula) olduğunu söyler. (Son Şahitler 1.Cilt)

Abdullah Çavuş da bu ünvanın farklı boyutlarını şöyle aktarır: “Bediüzzaman İslamköyü’nü Nur Fabrika’sının merkezi olarak isimlendiriyordu. Nur fabrikasının sahibi olarak da Hafız Ali’yi gösteriyordu. Nur Fabrikasının sahibi, İslamköy’ün yetiştirdiği mübarek insandı.” (Son Şahitler 1.Cilt)

Bu hizmetlerde Hafız Ali ağabeyin özel bir yeri vardır. Risale-i Nur eserlerini Osmanlıca el yazısı olarak yazarak çoğaltmış ve çok sayıda talebe yetiştirerek büyük hizmet yapmıştır. 1943 senesinde başlayan mahkeme dolayısıyla Üstad ile birlikte Denizli hapishanesine sevk edilir. Orada hastalanır, Hastaneye kaldırılır. Çok genç yaşta 7 Mart 1944’de, 46 yaşında Üstadına bedel şehit olur. Mezarı Denizli kabristanındadır. Onun vefatı Üstadı çok sarsar. Denizli hapishanesinde vefat haberini aldığında: “Aziz, sıddık kardeşlerim! Ben merhum Hafız Ali’yi unutamıyorum. Onun acısı beni çok sarsıyor…” der.

2002 de mezar taşına “Mahşerde Risale-i Nur Talebelerinin Bayraktarı…” şeklinde yazılmıştır.

Kaynaklarda yapılan anlatımlarda on dört sene evinden hiç çıkmamış, hiç boş durmaz sürekli Risale-i Nur’ları yazmıştır. Ayrıca çok güzel Kur’an okurmuş. Bu sebeple Üstad ona Nur Fabrikası Sahibi ünvanını vererek takdir etmiştir.

Nur Fabrikasının bulunduğu belde İslamköyü:

Bediüzzaman İslamköyünü kendi Nurs Köyü ile bir tutmuş. “Ben İslamköyü’nü Nurs Köyü gibi biliyorum… Nur Fabrikası o köyde dağdağasız teessüs etti…” der.

Nur Postacısı:

Bediüzzaman’ın talebelerinden olan ve “Nur Postacısı” ünvanını alan Abdullah Çavuş bu posta ağının işleyişini şöyle anlatır: “İslamköy’den akşamleyin çıkardım. Mektup torbasını sırtıma atar, köylere uğrayarak şafakla birlikte Barla’ya Üstada ulaştırırdım. Sevinçle beni karşılardı. Sabah Namazını birlikte eda eder, ondan sonra yatardım. Böylece ertesi gün Üstad’dan tashih edilen nüshaları alır, Barla’yı geceleyin terk eder, İslamköy’deki Hafız Ali’ye müsveddelerini ulaştırmak üzere dönerdim.” (Son Şahitler 1.Cilt.) Şiddetli baskı ve yasaklar nedeniyle de tedbirli davranılıyor ve geceler tercih ediliyordu.

Kibrit Kutuları:

Çok ağır ve zor şartlarda yazılan Risale-i Nur’ların yazılıp çoğaltılması için talebelere ulaştırılmasında kibrit kutuları bile önemle yer alıyordu. Üstadın yakın talebelerinden olan Bayram Yüksel ağabey, henüz 16 yaşındayken Afyon hapishanesiyle ilgili hatırasını şöyle anlatır: “15. Şua’dan El- Hüccetü’z- Zehra, Afyon hapishanesinde telif edildi. Telif esnasında zaman zaman Üstadın penceresinin altından geçerdik. Üstadımız pencereden bakar, bizleri gördüğü anda bulduğu küçük kağıt parçalarına yazdığı kısımları kibrit kutusuna koyarak, bize atardı. Biz de bu parçaları hemen ağabeylere verirdik. Önce onlar yazarlardı, sonra biz çoğaltmaya başlardık. Birimiz yazdı mı diğerine verir, o gün oradaki bütün ağabeylerimize ulaşırdı. Böyle böyle yazılanlar muhafaza edilip çoğaltılırdı.” (Son şahitler, C:3, s.32)

Afyon mahkemesinde Üstad Said Nursi’yi itham eden savcı, yaptırdığı tahkikattan hareketle bu şekilde çoğaltılan ve dağıtılan Risalelerin 600 bine ulaştığını belirtmiştir. Bu sayı nur talebelerinin hizmetteki gayretlerinin boyutunu göstermesi bakımından çok önemlidir.

Nur İskelesi ve Nur İskelesi Memuru:

Eğirdir-Barla yolu üzerinde merkeze 11 km. mesafede, Eğirdir Gölü sahillerinde her köyün, nahiye ve kazalarının iskeleleri vardır. Bedre, İlama, Barla iskeleleri birbirini takip ederek sahil boyunca uzanır. Risaleleri Bedre İskelesinden çevre köylere dağıtıp toplama işini Sabri Efendi yürütüyordu, Bundan dolayı risalelerin dağıtıldığı bu yerlere “Nur İskelesi” benzetmesi yapılmıştı. Yeni yazılan risalelerin çoğaltılması için dağıtılması ve çoğaltılanların tashih edilmek üzere tekrar toplatılmasında bir santral vazifesi görmesinden dolayı Sabri Arseven’e de “Nur İskelesi Memuru, Santral Sabri” ismi verilmişti.

Üstad mektuplarda “Nur iskele memuru Sabri Kardeş” ve “Nur İskelesinin nazır-ı binaziri Sabri” şeklinde kendisine hitap etmiştir. Takdir edici başka ünvanlar da kullanılmıştır. (Hulusi-i Sani, Müdakkik Hoca, sıddık, Risale-i Nur Kaptanı,vb.)

Ben burada örnek olsun diye Sabri ağabeyi verdim. Üstad, fedekarane hizmet eden tüm talebelerine yaptığı hizmetin niteliğine göre takdir edici çok çeşitli isimlendirmeler kullanmıştır. (Hulusi-i Sani, Müdakkik Hoca, sıddık, Risale-i Nur Kaptanı, vb.)

Isparta Kahramanları:

“ISPARTA KAHRAMANLARINA ARKADAŞ OLAMAZSIN!..” Üstadın Feyzi ağabeye yazdığı mektupta dile getirdiği bu son cümlesini okudukça içim yanar, burun kemiğim sızlar. Bu kahramanlara ve bugün o kahramanların yolundan gidenlere hakkıyla yoldaş olamadığımı düşünür ve derinden derine hüzünlenirim!..

Üstad Sav köyü için de Kahramanlar Yatağı der. Ama Isparta Kahramanlarının (Tahiri, Hüsrev, gibi onlarca talebe) ayrı bir yeri vardır. Çünkü iman hizmetlerinin ilk dönemlerdir. Çok zorlu süreçlerdir. Hani bazen olur bir saat nöbet, diğer zamanlarda tutulan onlarca saat nöbetlerden nasıl kıymetli ise “Isparta Kahramanları” da öyle değerli ve kutsi bir kavramdır. Bu ünvanı hakkedenlere, bu kahramanların yolundan gidenlere selamlar olsun!..

“Isparta Kahramanları” takdiri ve arkasından gelen “arkadaş olamazsın” uyarısı Kastamonu Lahikası Kitabında geçmektedir. Üstad Feyzi ağabeye yazdığı mektupta:

“Feyzi kardeşim!

Sen, Isparta vilayetindeki kahramanlara benzemek istiyorsan tam onlar gibi olmalısın. Hapishanede -Allah rahmet eylesin- mühim bir şeyh ve mürşid ve cazibedar bir Nakşî evliyasından bir zat, dört ay mütemadiyen Risale-i Nur'un elli altmış şakirdleri içinde celbkârane sohbet ettiği halde, yalnız bir tek şakirdi muvakkaten kendine çekebildi. Mütebâkisi, o cazibedar şeyhe karşı müstağni kaldılar. Risale-i Nur'un yüksek, kıymettar hizmet-i imaniyesi onlara kâfi olarak kanaat veriyordu.

O şakirdlerin gayet keskin kalp basîreti şöyle bir hakikati anlamış ki: Risale-i Nur'la hizmet ise imanı kurtarıyor, tarîkat ve şeyhlik ise velayet mertebeleri kazandırıyor. Bir adamın imanını kurtarmak ise on mü'mini velayet derecesine çıkarmaktan daha mühim ve daha sevaplıdır. Çünkü iman, saadet-i ebediyeyi kazandırdığı için bir mü'mine, küre-i arz kadar bir saltanat-ı bâkiyeyi temin eder. Velayet ise mü'minin cennetini genişlettirir, parlattırır. Bir adamı sultan yapmak, on neferi paşa yapmaktan ne kadar yüksek ise bir adamın imanını kurtarmak, on adamı veli yapmaktan daha sevaplı bir hizmettir.

İşte bu dakik sırrı, senin Ispartalı kardeşlerin bir kısmının akılları görmese de umumunun keskin kalpleri görmüş ki benim gibi bîçare, günahkâr bir adamın arkadaşlığını evliyalara, belki de eğer bulunsaydı müçtehidlere dahi tercih ettiler.

Bu hakikate binaen bu şehre bir kutub, bir gavs-ı a'zam gelse seni on günde velayet derecesine çıkaracağım dese sen, Risale-i Nur'u bırakıp onun yanına gitsen Isparta kahramanlarına arkadaş olamazsın.” Diyen Üstad, iman hizmetinde koşanların, evliyaları geçecek bir makama sahip olduklarını gerekçeleriyle anlatmaktadır.

Bazı çevreler, kutsi bir içerik taşıyan bu yüceltme ve nitelemeyi abartılı görebilirler. Nasıl Bedrin aslanları Kur’an’ın senasına mazhar olmuş ve onlara kimse yetişemez ise, Isparta Kahramanları da bu hizmette saff-ı evvel olmanın verdiği ayrıcalık dolayısıyla herkesin kolayca ulaşamayacağı makamlara ulaştıkları bilinmelidir. Çünkü bu kutsi niteleme o günün çok ağır şartlarında, yapılan hizmetin bugüne kadar uzanan büyük sonuçları düşünüldüğünde, ne kadar yerinde bir hakikat olduğu anlaşılacaktır.

Sahabelerde de keşif ve keramet yoktu. Ama onlara manevi dereceler bakımından hiç kimse yetişememektedir. Öncü olarak İslam’ın bize ulaşmasını sağladılar. O günden bugüne İslam adına yapılan hayırlar onların da amel defterine yazılmaktadır. İşte külli fazilette nasıl sahabelere yetişilemiyorsa; aynı şekilde saff-ı evvel olarak sevap cihetinde, Isparta Kahramanlarına yetişmek mümkün değildir.

Hidayete ermeye vesile olmayla ilgili çok hadis vardır: “Allah’a yemin ederim ki, senin sayende Allah’ın bir tek kişiye hidayet vermesi, senin için kırmızı develerin olmasından daha hayırlıdır.” (Buhari 7/3468, Müslim 2406/34) “Cenab-ı Hak, bir ademi senin elinle hidayete getirmesi, güneşin üzerine doğduğu her şeyden daha çok sana hayırlıdır.” (Hakim. Müstedrek, III. 690) “Kim hidayete çağırırsa kendisine tabi olanların sevapları kadar sevap verilir…” (İbn Mace, Sünnet 14)

O günün dünyasında iman hizmeti neden önemlidir? Çünkü, Materyalist düşünceler, Kuzeyden yayılan Allah’ı İnkar fikri, Avrupa ve diğer batılı ülkelerde olduğu gibi İslam ülkelerinde de çok etkilidir. Hatta devlet eliyle bir biçimde Uluhiyeti inkar fikri işlenmektedir. İman esaslarına hücum vardır. Öğretmenler sınıflarda, cüretkar olarak dinin bir safsata olduğunu söylemekte ve çocukların zihinlerini bulandırmaktaydılar. İşte bu kadar zor ve önemli bir zaman diliminde yapılan iman hizmeti çok önemli ve bu hizmeti yapanlar da çok değerli olacaklardı…

Tıpkı Mekke dönemi gibi, öncelikli olarak İman hizmetiyle iman esaslarının yeniden inşası gerekmekteydi.

Zamanın ayrıcalığı ve İman hizmetinin önceliği konusu nurlarda şöyle dile getirilmiştir:

“Madem hakikat böyledir; ben tahmin ediyorum ki: Eğer Şeyh Abdülkadir-i Geylanî (R.A.) ve Şah-ı Nakşibend (R.A.) ve İmam-ı Rabbanî (R.A.) gibi zâtlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-i imaniyenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarfedeceklerdi. Çünki saadet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse, şekavet-i ebediyeye sebebiyet verir. İmansız Cennet'e gidemez, fakat tasavvufsuz Cennet'e giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakaik-i İslâmiye gıdadır. Eskiden kırk günden tut, tâ kırk seneye kadar bir seyr ü sülûk ile bazı hakaik-i imaniyeye ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise Cenab-ı Hakk'ın rahmetiyle, kırk dakikada o hakaika çıkılacak bir yol bulunsa; o yola karşı lâkayd kalmak, elbette kâr-ı akıl değil...

İşte otuzüç aded Sözler, böyle Kur'anî bir yolu açtığını, dikkatle okuyanlar hükmediyorlar. Madem hakikat budur; esrar-ı Kur'aniyeye ait yazılan Sözler, şu zamanın yaralarına en münasib bir ilâç, bir merhem ve zulümatın tehacümatına maruz heyet-i İslâmiyeye en nâfi' bir nur ve dalalet vâdilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber olduğu itikadındayım. Bilirsiniz ki: Eğer dalalet cehaletten gelse izalesi kolaydır. Fakat dalalet, fenden ve ilimden gelse, izalesi müşkildir. Eski zamanda ikinci kısım, binde bir bulunuyordu. Bulunanlardan ancak binden biri irşad ile yola gelebilirdi. Çünki öyleler kendilerini beğeniyorlar; hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar. Cenab-ı Hak şu zamanda, i'caz-ı Kur'anın manevî lemaatından olan malûm Sözler'i, şu dalalet zındıkasına bir tiryak hâsiyetini vermiş tasavvurundayım. اَلْبَاق۪ى هُوَ الْبَاق۪ى ,Said Nursî (Mektubat – 23)

Bu anda Kur’an’dan sonra en çok basılan ve okunan kitap olarak nurlar, milyonlarca insanın imanın kurtulmasına veya inkişafına vesile olmuştur. O gün hapishanedeki talebeler onları kazanmaya çalışan şeyhin yanına gitselerdi evliya da olsalardı, sınırlı zaman diliminde kalıp unutulacaklardı. Ama o zor şartlarda, nurları yazarak, çoğaltarak ve diğer insanlara ve bizlere ulaştırarak, milyonlarca insanın imanının kurtulmasına vesile oldular. İşte o Isparta Kahramanları, milyonlarca insanın imanın kurtulmasına vesile oldular. Bu nedenle “Isparta Kahramanı” olmuşlar.

Mekanları cennet olsun. Allah bizi onlara layık kılsın. O kahramanların yolundan giden kahramanlara ne mutlu!..

Saygı ve sevgilerimle…

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.