Hadislerde ifade edilen ahir zamanın alametleri görülmeye başlanmıştı. İmanı kurtarmak zorlaşacak, inkâr ve sefahet rüzgârları daha bir güçlü esmeye başlayacaktı. Ahir zamanın fitnesi içinde iman bir ateş gibi olacak, eline alan yanacak, eline almayanlar, imansızlık tehlikesi ile karşı karşıya geleceklerdi.
Bir dehşetli plan icra sahasına konmuştu. Her şey dünyaya ve maddeye göre yeniden düzenlenecekti. Nefsanî hevesler ön plana çıkarılacak, hevesatı tatmin esas olacaktı. Dünyayı kazanmak her şeyin önüne geçirilecekti. Yeni sistemde manevi ve uhrevi bir hususa yer verilmeyecekti. Bunun için de eğitim konusu çok önemliydi. Dini, ahireti ve Allahı hatırlatan ve anlatan her şeye mani olmalı ve onlar yasaklanmalıydı. Bunun için de bu niyete mani olabilecek bütün maniler bertaraf edilmeliydi. İcra sahasına konacak bu plana mani olabileceklerin başında da Seyda geliyordu. Bahane de kolayca bulunmuştu.
Soğuk bir kış günü alındı menzilinden. Birkaç talebesi ile ilim ve irfan meclisi kurmuşlardı. Bu kuytu köşede bile rahat bırakmamışlardı. Vanda, Erek Dağının eteklerindeki menziline gelmişler ve koparıp almışlardı dostlar meclisinden. Şeyh Said bir hareket başlatmıştı. Onun da desteğini istemişti. O, kabul etmemişti. Bin senedir Kurana bayraktarlık yapan bir milletin torunlarına silah çekilmez demişti. Dâhildeki hareketler menfice olmaz, millet tenvir ve irşad edilmelidir. Böyle silahlı bir hareketin netice vermeyeceğini ve siyaset yoluyla mukabele edilmeyeceğini biliyordu. Dostları da, Onun ikazları sonucu bu harekete katılmamışlardı.
Bütün bunlara rağmen dostlarından, talebelerinden ayırmışlardı vatan savunmasında büyük fedakârlıklar gösteren bu kahramanı. Ruslara ve Ermenilere aman vermeyen bu kahraman Milis Albay sürgünler listesinin başına yazılmıştı. Sevdiklerinden, hemşehrilerinden uzaklaştırmışlardı acımasızca. Göndermek istememişlerdi sevenleri. Teslim etmek istememişlerdi kelepçelere. O, kabul etmemişti. Anadolunun bağrına gittiğini biliyordu. Orada Onu muhlisler ve sıddıklar bekliyordu. Kendisini bekleyen büyük vazife başlıyordu nihayet. Yıllardır bugüne hazırlanmıştı. Kader hazırlamıştı Onu bu büyük ve kudsi göreve. Dostları başlangıçta bunu fark edememişlerdi. Fakat O, biliyordu. Hicazda da olsa buraya gelmeliydi. Tecdit görevi Anadoluda devam edecekti. Gözleri uzaklara dalıp gitmişti.
Müftü Masum Efendi ile birlikte kelepçelemişlerdi Onu. Bir vatan ve ilim aşığı idi Van Müftüsü Masum Efendi. Kurtuluş Savaşının kahramanlarından idi. Van Müdafaa-i Hukuk Cemiyetini kurmuş ve başkanlığını yapmıştı. Rus ve Ermeni saldırılarına karşı teşkilatlandırdığı hemşehrileri ile kahramanca karşı koymuş ve çok büyük hizmetlerde bulunmuştu. Zaferden sonra tevazu ile bir köşeye çekilmiş ve kaderin hükmünü beklemeye başlamıştı. Çok yaşlı ve hastaydı. Nüfuzu kuvvetlidir diye yaşına ve hastalığına bakmamışlardı. Şimdi O da bu büyük sürgünün yolcuları arasında bulunuyordu. Üstelik Seyda ile birlikte kelepçelenmek de Ona düşmüştü. Sadece Onlar değildi elbette bu büyük sürgünün yolcuları. Binlerce insan, evlerinden, yurtlarından, memleketlerinden edilmişlerdi. Bilmedikleri, tanımadıkları yerlere götürülüyorlardı bir evham yüzünden.
Mevsim kıştı, hava soğuktu. Doğunun çetin kış şartları bütün bölgede hükmünü icra ediyordu. Yolları uzundu. Nereye götürüldüklerini bilmeden yola çıkarılmışlardı. Kızaklarla bir yolculuk başlamıştı Erzurum taraflarına doğru. Bir köyde mola vermişlerdi. Seydanın yanına bir er görevlendirilmişti. Sıkı sıkı tembih edilmişti komutanı tarafından. Gözünü dört aç, bu zat çok tehlikelidir. Sabaha kadar yanında beklemişti. Git yat demişti Seyda Ona. Merak etme bir yere gitmeyeceğim. Fakat O Seydayı dikkat ve merakla takip etmişti. Korkmuştu, sabahı zor etmişti. Sabah olur olmaz kumandanına ricada bulunmuştu. Beni Hocanın yanından al, başka bir göreve ver. Sabaha kadar Hoca uyumadı. Hep ibadet etti ve ezkar okudu. Sanki her şey Onunla beraber zikir ediyor, tekbir getiriyordu. Korkarım ki Hoca uçacak demişti bütün safiyetiyle. Kumandanı vaziyeti anlamıştı. Korkma demişti. Hoca uçarsa, Sen de eteklerine tutun, beraber uçarsınız.
Trabzonda bir müddet kalınmıştı. Bir camide kalmıştı yetkililerden izin alarak. Hep evrad ve ibadet ile meşgul olmuştu. Yolculuk gemi ile İstanbula kadar sürmüştü. 1926 yılının Nisan ayında varmışlardı İstanbula. İstanbulda defalarca ifadesini almışlardı. Bir suç bulur muyuz diye inceden inceye bir tahkikat yapmışlardı. Fakat nafile, suçlayacak, mahkûm edecek hiçbir şey bulamamışlardı. Elbette serbest bırakacak değillerdi. Biliyorlardı, rahat bırakılsa bütün planları akim kalabilirdi. Onun için yalnızlığa, tecride mahkûm etmeliydiler. Öyle de yaptılar. Vapurla İzmire, oradan da Antalyaya götürdüler. Sonra Burdur sürgünü başladı. Vade dolmak üzereydi. Nurun İlk Kapısına buradan adım atıldı. Burada da gönül insanları Onu yalnız bırakmamışlardı.
Sonra Ispartaya ve oradan da Barlaya götürülmüştü. Yokuşbaşı Mescidi İmamı Muhacir Hafız Ahmedin misafirhanesinde kalmıştı. Muhacir Hafız Ahmed, daha ilk günden itibaren farklı bir misafire ev sahipliği yaptığını anlamıştı. Hanımına açmıştı duygularını. Başımıza devlet kuşu kondu hanım demişti. Bu misafirimiz çok farklı, Onu memnun etmeliyiz.
Böylece başlamıştı Barla günleri. Sonra kendi evine taşınmıştı. Nurun ilk medresesi olma şerefini taşıyan mübarek haneye. İnsanlara sıkıca tembih edilmişti. Bu Kürt sürgüne sakın yaklaşmayın. Çok tehlikelidir. Yanına gidenleri, selam verenleri karakola götürmüşlerdi. İşkencelere maruz bırakılmışlar, falakaya yatırmışlardı. Fakat bu nurlu cazibeyi engelleyecek bir güç yoktu ellerinde. Barlanın civanmert ve misafirperver insanları, bu mazlum ve garip Zatı sevmişlerdi bir kere. Bu Nurlu İnsanı bağırlarına bastılar. Yasaklara, tehditlere aldırmadılar. Gönüllerini açtılar bu Kutlu Misafire. Muhacir Hafız Ahmed ile başlayan mübarek halkaya her geçen gün yenileri katılmaya başladı. Sıddık Süleyman, Şamlı Hafız Tevfik, Muallim Galip, Abdullah Çavuş, Şemi Çavuş, Mübarek Süleyman, Hafız Halid, Bekir Bey, Santral Sabri ve Hulusi Yahyagil, bu halkanın muhlis ve sıddık pervaneleri olmuşlardı. Barla Sıddıkları bu büyük iman hizmetinde müstesna bir mevki ve şeref kazandılar. Sonra diğerleri katıldı bu nurlu halkaya. Yüzlercesi, binlercesi
1927 yılının kış aylarında, bir iman ve irfan meşalesi yakıldı Barlada. Karanlığı seven ve aydınlıktan korkan yarasa tabiatlılar, Onun yakacağı ilim ve iman nurunu başından itibaren söndürmek istediler. Onu Barlaya sürmekle yalnızlığa ve karanlığa mahkûm edeceklerini sandılar. Bütün hesaplarını maddi ve beşeri ölçülere göre yapanlar, büyük bir hayal kırıklığı yaşadılar.
Bu halkalar her gün daha da büyümeye ve genişlemeye başladı. Kuş uçmaz kervan geçmez bir beldede başlayan bu iman ve irfan hareketi, dalga dalga Anadolunun her tarafına yayıldı. Kök saldı, serpildi, büyüdü. Nurdan korkan yarasa tabiatlı, zulmet aşığı bahtsızlar daha bir telaşlandılar. Mahkemelere sevk ettiler, hapishanelere gönderdiler. Her hapishane, her sürgün diyarı, bu iman meşalesini daha da bir büyüttü, yükseltti. Nur Mekteb-i İrfanının her yerde müdavimleri çoğalmaya başladı. Eskişehir, Kastamonu, Denizli, Emirdağ, Afyon derken, bu nurun akisleri tüm dünyayı aydınlatmaya başladı. Gönülleri tutuşturan iman meşalesini söndürmek artık kimsenin haddi değildi.
Risale-i Nurun açtığı yolda, ülke bir baştan bir başa ilim ve irfan mektebine döndü. Çekilen bunca çileye, yaşanılan bunca acıya ve meşakkate değmişti doğrusu. Milyonlarca insan bu cazibeye kapılmış, bu nurun sevdalısı olmuştu. Nur Mekteb-i İrfanının seçilmiş muhlis ve sıdıkları. Büyük Mürşidin, vefatının 49. yıldönümünde hep beraber, dünyanın her köşesinde bir büyük ve cihanşümul aydınlanmaya hizmet etmek için ihlâsla çalışmaya devam ediyorlar.