Sanırım 1973 Eylülü idi. Adıyaman’da sıcaklıkların kırk derecenin altına henüz inmediği bir mevsim. Gerger Ortaokulunu bitirmiş, Adıyaman Lisesinde tahsil hayatına devam edecek olmanın sevinç ve gururu içindeyiz. O yaş ve şartlardaki zehabımıza göre, lise talebesi olmak, “küçük dağları yaratmak” gibi bir şey.
Merhum babamın bir kaç hafta önce kiraladığı tek göz odaya yerleşmek üzere köyden kopup gelmişiz. O günün şartlarını bütün halde tasvir edebilmem için roman yazmam iktiza eder. O sebeble sadece bu satırların maksadına hizmet eden usnurları kaydedip geçmek istiyorum.
Önce kamyon sırtında Kâhta’ya gelmişiz, oradan da minibüsle Adıyaman’a. Eşya, diye köyden yüklendiklerimiz üç yatak, üç beş kap-kacak, bir mikdar kuru gıda ve ıvır zıvır şeyler. Her aktarmada bunları yüklemek ve indirmek biraderle bana düşüyor, terden sırılsıklam oluyoruz ama zaten hergün yaşadığımız bir hayat bu, keyfimizi kaçırmıyor.
Adıyaman garajında yükümüzü indirdiğimizde asfaltta yumurta pişiren bir kızgınlık var, ayakkabılarımıza yapışıyor. Ancak bir at arabasının taşıyabileceği yükümüz için bir araba bakınırken kırık-dökük el arabasıyla, bizimle aşağı yukarı aynı yaşta görünen bir “hamal” yanaştı. Maksadı yükümüzü taşımakdı ama hem yük fazla, hem araba perişan vaziyette, hem arabacı biz yaşta bir çocuk henüz. Yine de kendisinden emin bir tavırla götürebileceğini söyleyince, razı olduk.
Sadece merhum annem, götürüp götüremeyeceğinden emin olmak isteyince,
“Merak etme teyze, evvel Allah götürürüm!” deyip gülümsedi.
Götürürüm, dediği mesafe en azından bir buçuk km ve kahir ekseriyeti hafif bir yokuşla devam ediyor. İkindi öncesinin Adıyaman sıcağı, el arabasının üstüne güçlükle istiflediğimiz bir yük ve bir deri, bir kemik sahibi.
Yol boyunca mütemadiyen konuşuyor, kâh anneme bir şeyler soruyor, kâh ben ve kardeşimle ahbablık arayışlarına giriyor. Ne var ki, bir parça naza çekiyor, ağırdan alıyoruz. Neticede o, bir el arabacı, biz ise lise talebeleriyiz. Bu büyük içtimai fark, bizi ağırdan almaya adeta mecbur ediyor.
Neyse uzun yolculuğumuz bitti nihayet. Çocuk, annemin verdiği cüz’i parayı büyük bir teşekkür ile aldıktan sonra ayrılıp giderken biz tek göz odamıza yerleşmenin telaşına düştük.
***
Adıyaman Lisesinin ilk günü... Üstümüzde eğreti duran konfeksiyon mahsulü elbiselerimizin içinde çocuk palyaçolara benzediğimizin farkında olmak şöyle dursun, kendimizi Yeşilçam jönleri sanıyoruz. Açılış merasimi bitip de sınıflara doluştuğumuzda kapıda tanıdık bir ses kulağıma geldi. Dönüp baktığımda şaşkınlıktan az daha küçük dilimi yutuyordum. Evet o idi bu, arabacı çocuk!..
Harçlığını çıkarmak için bütün bir yaz ve tatillerde el arabası ile çalışmak mecburiyetinde olan bu çocukla aynı sınıfta olmak da aramızdaki büyük uçurumu kapatmaya yetmiyordu ama o bunun farkında olmadığından beni ısrarlı bir takibe almıştı.
Teneffüs zili çalar çalmaz bir bahanesini bulup yanıma geliyor, yaz veya kış olduğuna aldırmaksızın elimi alıyor ve avucunda terlediğine aldırmadan bütün bir teneffüs o şekilde geziniyoruz. Hiç susmadan konuşuyor, bazen bilmediğim şeyler de söylüyor. Umumiyetle anlatmaya çalıştığı şeylerin dine ve ahlâka dair olduğunu anlıyorum. Esasen ilgimi de çekmiyor ama beriki vaz geçmiyor, ben de ondan kurtulmanın bir yolunu bulamıyorum.
Akıp giden haftaların beraberinde getirdiği ders notları, zoraki arkadaşımla aramıza el arabası gibi menfî ikinci bir unsur olarak yerleşti. Ders notlarının düşük olmasını da tıpkı derme çatma el arabası gibi ruh dünyamda onun aleyhine kullanıyordum. Bu ise bütün gayretlerine rağmen beni arkadaşımdan uzaklaştırıyor, anlattıklarını değersizleştiriyordu. Ama o, hiçbir şeyin farkında değilmiş gibi, bütün samimiyet ve coşkusu ile her yerde beni takib ediyor, yalnız veya başka birileri ile kalmama müsaade etmiyordu.
***
Arabacı arkadaşımla aynı minval üzere geçip giden günlerden bir gün yine. Öğleden sonra iki dersimiz boş. Tabiî kaçınılmaz âkibetim boş derslerde de bir yerlere sıvışma fırsatı bulmadan, elimi Bâkî’nın –arabacı çocuğun da bir ismi varmış elbet- sıcak avucunda bulmaktı. Yine öyle oldu.
Eskisaray’dan Heykel meydanına, gölge düşmüş kaldırımları takible yürüdük. Oradan Ulu Camiin önünden geçtikten sonra Sıratut Caddesine vardık. Düz ve tenha bu caddeyi baştan başa bir iki sefer gidip geldikten sonra ikindi ezanları okunmaya başladı. O sırada tam da camiye yakın bir yerde idik.
Bâkî, câmi yerine beni hemen karşısındaki sokakta bir giriş katına soktu. İtiraz etmem faydasız olacaktı, bir “abi” vardı ve ziyaret etmek istiyordu.
Kapıyı o güne kadar hiç görmediğim ve aradan geçen bunca zaman zarfında hâfızamı bir daha hiç terketmeyen kıyafetler içinde, bizden üç-beş yaş büyük biri açmıştı. Orta boylu, aydınlık ve büyük alnının ön plâna çıktığı siyah kaşlı, uzun kirpikli, kapkara gözlü yakışıklı bir delikanlı. Ayak bileklerine kadar uzanan açık krem rengi cübbesi yeni ütülenmiş gibi, tek kırışık yok. Hafif griye çalan takkesinin etrafına şehzade sarığı gibi sardığı sarığı, alnın ortasında bir simetri ile başını sarmalamış vaziyette. Sarığın bir ucu sabitlemede kullanılmış, diğer ucu ise bel çukuruna doğru serbest bırakılmış.
Aydınlık gülümseyişi bütün simasını içerden yanan bir lâmba gibi aydınlatırken, kapkara gözlerinde ışık huzmeleri meydana getirmişti. Nahif mi nahif bir insan! İkindi namazı için hazırlandığı açıktı. Kısa bir tanışma faslından sonra onun imamlığı, Bâkî’nin müezzinliğinde ikindi namazını eda ettik.
İsmi Abdullah... Abdullah Öztürk! Etrafındakilerin soy ismini kaldırıp yerine “abi”liği oturttuğu Abdullah Abi.
Ankara’da okumakta olan bir üniversite talebesi. Fırsat buldukça Adıyaman hizmetlerinin imdadına koşuyor. Doğduğu topraklarda dinî bir hayatın boy atmasını, varlığının temel maksadı edinmiş yumuşak başlı bir fedaî.
Namazdan sonra, daha ortaokul birinci sınıfta, Kâhta’da, aile dostumuz Fırıncı Hacı İbrahim’in evinde âşinası olduğum ama hiçbir şey anlamadığım, zihnimde şekil ve büyüklüklerinin dışında iz bırakmamış olan Risâle-i Nur Külliyatı’nın en hacimli kitabı Sözler’den Birinci Söz’ü okuyup yer yer izahlarda bulundu. Tane tane okuyuşu, dudaklarından hiç eksik olmayan tebessümü, aydınlık yüzü ile ruhumu fethetmişti. Birinci Söz’deki dersten önce bu üniversite talebesinin hâl diline hayran olmuş ve onun gibi olmayı arzu etmiştim. Onun bir Nurcu olduğunu çıkışta öğrendiğimde, Nurcu olmaya çoktan karar vermiştim.
Fotoğrafta, varlığıyla fakire hidâyet vesilesi olan Abdullah Abiyi görüyorsunuz. Değişen renk ve şekillere inad, daha parlak bir nuraniyet, daha büyük bir azimle devam edenlerden.
Rabb’im iki cihânda aziz eylesin.
Not: Abdullah Abi ile geçtiğimiz Pazar Günü Uludağ'da birlikte idik.