“Bediüzzaman Said Nursi’nin kutsallaştırıldığı" ifadesi çok yuvarlak ve muğlaktır. Kutsallık mefhumu çok farklı olduğu gibi, değişik mertebeleri de içermektedir. Örneğin, Mekke - Medine’ye kutsal mekanlar denilir. “Vatan toprağı kutsaldır.”; “bayrak kutsaldır.”; “insanın kanı kutsaldır.” Ancak, bu kutsallardan hiçbiri Allah, Kur’an, Peygamber (asm) gibi kutsal değildir. Peygamber de Allah’ın kutsallığını paylaşamaz.
Eğer müddei, Bediüzzaman Said Nursi’ye, Nurcular tarafından, -hâşâ, yüz bin defa hâşâ- Allah veya peygamber seviyesinde bir kutsallık atfedildiğini iddia ediyorsa, bu iddia milyonlarca Nurcu tarafından tekzibe uğramaya mahkumdur.
Yok eğer müddei, Bediüzzaman Hazretlerinin “asrın müceddi, ilhama mazhar, Bediüzzaman unvanını hakketmiş, maddi ve manevi ilimlerde asrın Bedii olduğunu hayatıyla ispat etmiş, daha otuz yaşlarında iken 1907’de İstanbul’a geldiğinde, âlimleri ilmi münazaraya davet etmiş ve ikametgâhının kapısında, 'Burada her müşkül halledilir, her suale cevap verilir; fakat sual sorulmaz.’ (Tarihçe-i Hayat, İlk Hayatı) şeklinde bir levha asmış; Risale-i Nur eserlerini Kur’an’dan mülhem olarak yazdığını ilan etmiş ve bu sebeple, milyonlarca insanın hürmet ve muhabbetini kazanmış bir kişi” manasındaki gerçeği “kutsallık” olarak düşünüyorsa, bunun neresinde dine aykırılık var diye düşünmek lazım... Kaldı ki, Nurcuların lügatinde asla yer almayan bu “kutsallık” sözcüğü, sadece müddeinin kendi muftereyat (iftiralar, uydurmalar) sözlüğünde yer almaktadır.
Bununla beraber, müddeinin “kutsal” sözcüğüyle ifade etmeyi tercih ettiği, güvenilir, itimat edilen, saygın yeri olan bir kişiliği, bunu hakketmeyen birine, örneğin müddeinin kendisine vermeyi deneyelim, acaba kaç kişi buna inanacaktır!..
Yüzlerce din ve fen bilim adamlarının, hayranlıkla eserlerini okuyup onu yakından tanıdıktan sonra, ona aşk derecesinde bağlandığını gördüğümüz Bediüzzaman Said Nursi’nin, umumun kabulüne mazhariyetini içlerine sindiremeyenler, onu iftiralarla halkın nazarında küçük düşüreceklerini sanıyorlar...
Bir çobanın bir valiyi taklit etmesi, bir cahilin İbn Sina’yı felsefede, hikmette taklit etmesi, sıradan ve haddini bilmez bir adamın, İmam-ı Azam’ı, İmam-ı Şafii’yi fıkıhta taklit etmeye kalkışması, bir komediden başka bir şey olarak algılanabilir mi? Eğer Bediüzzaman unvanı, meşhur olmuş ilmî kişiliği ile bağdaşmasaydı, dünya çapında böyle binlerce ilim adamı onun izini takip eder miydi?
Şunu unutmamalıyız ki, güneş karşısında gözü kamaştığı için güneşten istifade edemeyen kimsenin, kabahati güneşe atması çirkin bir hezeyandır. Keza, nezleden ağzının tadı kaçmış bir hastanın sudan tat almaması, suyun kabahati değil, hasta olan kendi damağının kabahatidir.
Bunun gibi, binlerce ve belki milyonlarca ilim adamı tarafından güneş gibi parlak pek çok hakikatleri ihtiva ettiği itiraf edilen, Kur’an’ın bu asırdaki manevî bir tefsiri ve bir mucizesi olan Risale-i Nur eserlerine aklı ermeyenlerin bu manevi güneşi inkâr etmelerinin kabahati, Risale-i Nur’da değil, onların ön yargı fanatizmiyle hasta olan dimağlarında aramak gerekir.
Bugün, dünya ilim çevrelerini etkilediği, gözle müşahede ettiğimiz Risale-i Nur Külliyatı’nın müellifi Bediüzzaman Said Nursi’nin şöhretini kıskananların hasetçiliği normal akıl, izan ve insaf ölçülerini aşmış, yalan ve iftira kampanyasına dönüşmüştür. Şu var ki, “güneş balçıkla sıvanmaz, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan sadece kendine gece yapar.”
Sorularla Risale