İnsanoğlunun inandığı hakikatlere bazen kendini muhatap kılamaması veya en gerekli anlarında bunu ‘akıl edememesi’ gibi kadim bir sorunu da vardır şu âlemde. Bundan olacak, çoğu kez ancak olaylar durulduğunda fark ederiz ki; aslında almamız gereken bir tavır veya inisiyatif konusunda ilgili davranmamış, ya da yerine getirmemiz gereken bir ödevi başka kişilerden ve kurumlardan beklemeyi tercih etmişizdir.
Söz gelimi, eğitimin aslında ailede başladığı ve okul, öğretmen, sosyal ve duygusal çevreler gibi çok etkenli bir süreci ifade ettiği bilgisi, hemen her öğrenci velisinin bildiği açık bir hayat dersidir. Ama bir velinin bu dersi “sadece bilmesi” ve bu konuda herhangi bir inisiyatif göstermemesi, çocuğunun eğitiminde neredeyse tüm gayreti okuldan ve eğitimciden beklediği anlamına gelecektir. Ve pek tabi ki bu da çocuğunun eğitiminden umduğu sonuçları daha baştan ve de kendi eliyle zora sokması demektir.
Aynı şekilde, kişinin sadece bilip, tasdik edip hatta nasihatini de verdiği halde kendi dünyasına taşımadığı vakit fayda bulamayacağı, dahası zararla karşılaşacağı bir diğer konu da, koruyucu sağlık tedbirleridir mesela. Zira sağlığımız konusunda işlerin yolunda gitmesi temel sağlık kurallarını bilmemizden veya -sebepler noktasında- hastaneden, doktordan önce kendimize, yani sıhhatimiz için ne derece ‘sıhhatli bir yaşam’ sürdüğümüze bağlıdır. Bu sebeple, eğer “sağlık” söz konusu olduğunda kişi gerekli bilgileri sadece biliyor ama uygulamıyorsa, daha da fenası bunu en çok da ‘hastanede ve doktor eliyle’ gerçekleşen şeylerle ilgili bir mevzu olarak görüyorsa, bu konuda acılarla ve pişmanlıklarla yüzleşmeye de adım adım yaklaşıyor demektir.
Tıpkı asıl konumuz olan “adalet” kavramıyla alakamız gibi… Çünkü adaletin ve adil olmanın erdemlerini de sadece biliyor olmak ve en gerekli anlarda bunu kendi yaşantımıza tatbik etmemek, (tıpkı eğitimle veya sağlıkla ilgili bilgilerimizi hayata geçirmediğimizde olacağı gibi) bizi ciddi sorunlarla yüz yüze getirecektir. Üstelik bu, erdemine ve lüzumuna inandığımız adaletle ilgili ciddi bir idrak ve inanç sorunumuz olduğunun da bir delilidir.. Bu sorun öyle büyük bir sorundur ki, adaleti sadece mahkemelerde ve hâkim denilen kişilerce icra edilen bir şeymiş gibi görmek, ya da böyle görmese bile böyle işleyen bir davranış şekline sahip olmak, sanırım insanların birbirlerine olduğu kadar topluma, kâinata ve üzerlerindeki manevi emanete yaptıkları en büyük haksızlıklardan birisidir.
Halbuki herkesin, her alanda, herkes için, her daim adalete ihtiyacı olması gibi gerçekler ve daha da önemlisi “adaletin insanî bir vazife olduğu” hakikati, hangi dünya görüşünden olursa olsun hemen herkesin ortak kabul noktasıdır. Üstelik eğitimin sadece okulla ya da sağlığın sadece hastaneyle ilgili süreçler olmadığını hepimizin gayet iyi bilmesi gibi, sorulsa hepimiz de “adaletin sadece mahkemede hâkimlerin icra ettiği şeyden ibaret olmadığını” söyleyeceğizdir herhalde.. Ama ne yazık ki bazılarımız bunu sadece söyleyecek, hatta “bunu sadece söyleyen birisi” olacaktır!
Ve böylelikle “insanoğlunun inandığı bir hakikate kendini muhatap kılamaması” denilen maraz da, kendini bir kez daha göstermiş olacaktır..
Hele o insanlar içerisinde inananların olabilmesi ise, o marazı daha da acı hale getirecektir, getirmektedir!
Öyle ya, bir mümin, İsm-i Adl sahibi Rabbinin: “Göğü yükseltip âleme nizam ve ölçü verdiğini” zikretmesine ve ardından da: “Ta ki adaletten ve dinin emirlerinden ayrılarak ölçüde sınırı aşmayın” diye beyan buyurmasına rağmen ailesinde, çevresinde ve toplumunda adaletle davranmayı aklına getirememesi, aklına getirse de bunu nefsine kabul ettirememesi.. öyle feci ve hazin bir halin tarifidir ki… Çünkü bu konuda kendisinden beklenen en öncelikli vazifelerden biri de, Rabbinin kâinat üzerinde kurup sürdürdüğü o ilahî ölçü ve nizama bakması ve bundan kendi dünyasına yönelik “adaletten ve ölçüden şaşmayan” hayat prensipleri çıkarmasıdır. Diğer bir ifadeyle, “büyük âlem” olan kainattaki ölçü ve düzenin, “küçük âlem” olan insanda adalete, istikamete, ölçüye, nizama yönelik de izdüşümlerinin olması gerekmektedir!
Üstelik işin belki daha da acı veren yanı ise, hem kıraati hem de mealiyle belki en sık duyduğumuz ayetlerden birinde (mealen) “Muhakkak ki Allah adaleti, ihsanı ve yakınlara yardım etmeyi emreder” (ila ahir..) buyurulmasına rağmen, kimi müminlerin yine bu fermanı da duymamış, anlamamış ve hatta ona iman etmemiş gibi yaşamaya devam etmeleridir.. Öyle ki, kişinin kendi yaşantısında adaletsizliği ‘küçük ayrıntılar’ suretinde nasıl sergilediğini bilememesi, en çok da öylesi İlahî fermanlarla kendi hayatı arasında kurması gereken ilgiyi kur(a)mamış olmasındandır aslında! Nitekim bir insanın eve meyve alırken en çok kendi sevdiği meyveleri alması gibi ‘önemsiz ayrıntıların’, mesela ailesine cimrice fakat dostlarına cömertçe vakit ayırmasının, kendi öncelikleri ve sevdikleri hakkında eşinden muhakkak beklediği empatiyi eşinin öncelikleri ve sevdikleri söz konusu olduğunda gösterememesinin, gireceği bir sıraya ön taraflardan ‘kaynak’ yapabilmesinin, trafikte kızdığı insanların ardından kaba ifadelerle mırıldanmasının, veya haksız genelleyici söz ve ‘esprilere’ katılabilmesinin.. ne derece “adaletsizlik barındıran davranışlar” olduğunu fark edememesi, sanırım o insanın hem iç hem de dış dünyasındaki en büyük huzursuzluk nedenlerinden birisidir.
Zaten bu ve benzeri davranışların belki sahiplerince fark (veya kabul) edilmemesindendir ki, bir insanın eşine ve çocuklarına yaptığı ‘küçük’ adaletsizlikleri gibi, amirin memuruna yönelik ‘söz etmeye değmez’ haksızlıkları, patronun işçisine ‘ne önemi var’ tutumları, öğretmenin öğrencisine ‘olacak o kadar’ üşengeçliği vb. de; tıpkı suya atılan bir taşın ortaya çıkardığı halkalar misali, toplum ve insanlık denizinde halka halka büyüyüp, tahammülü zor dalgalara, hatta fırtınalara dönüşmektedirler.
Oysa Hz. Resûlullah aleyhisselatu vesselam öylesi fırtınaları, dalgaları, halkaları ve dahi en başta o ‘taşları’ önleyecek bir reçeteyi, hem de müjdesiyle birlikte müminlere şöylece tarif etmiştir bile:
“Ailesi ve idaresi altında bulunanların hak ve hukukunda adaletle davrananlar, Allah katında nurdan koltuklara otururlar.” (Müslim, İmare Bl. Hadis no: 18).
Ne mutlu işte onlara! O, “adaletle davrananlara”…