Nuri Pakdil bir başkaydı. Siyasal ve edebi sahadaki mücadeleyi şahsında birleştiriyordu. Yedi Güzel Adam’ın en güzeli ya da hulasası dense yanlış olmaz sanırım. Ayrıca daha başka mümeyyiz vasıfları vardı. Şöyle ki Pakdil ustanın Hz. Piri Mevlana’nın metaforuyla bir ayağı bize, yani İslam ve İslam coğrafyasıyla meşgulken diğer ayağı batıdan yapmış olduğu çeviriler, edebi metinler ve özgün bir dil arayışı ve bunu çağdaşlarına nispetle başarıyla yapması ve bununla birlikte nevi şahsına münhasır anlamlı bir sukutla ya da İsmet Özel’in tabiriyle “surat asma”yla klas ve merdane bir duruş sergileyip bunu büyütmesi. Bu özellikleriyle sanat ile siyaseti, edebiyat ile eylemi şahsında birleştiren ender bir usta Nuri Pakdil. O narin ve nazik kalemden çıkan ve aynı zamanda onun edebi kudretini gösteren ustaca örülmüş şu satırları okur musunuz lütfen?
“…Yatağımın yanında kağıtla kalemi hiç eksik etmem. Çağrısız konuklar gibi gelen sözcükler vardır. Ne ki, cümleler daha nazlıdır; daha bir kentsoyludur; karşılanmaları için, şöyle ya da böyle, bir tören gerekir. Yazarın da görevi, bu törenlerin kurallarına titizlikle uymaktır: kağıtla kalem, yatağımızın yanında, hep ayakta, hazır beklemelidir. Şu da var; gece gelen cümleler albastılıdır: mahmurdur. Bunları, hiç örselemeden sabaha değin korumalı, uyanır uyanmaz da, hiç vakit yitirmeden, -bulabilirseniz- güneşe çıkarmalıdır. Güneşi bulamazsanız –belki, bir gün hiç bulamayacağız-, bu tüylü, çok civcivli konuğu ya sobada ya da kaloriferde, uzun süre, dinlendirmelidir. Özellikle, çok okuduğum geceler, böylesi konuklarım çok olur benim işe yaramayanlarını da –uzatınız kulağınızı da, usulca söyleyeyim- acımam; sepetlerim. Öte yandan, özleminizi çok, ama çok yoğunlaştırmışsanız, kimilerinin sesleri de, kapıyı açarak, tıpış tıpış, odanızdan içeri giriverir: işte, burada, kesinlikle, gözlerinizi açmalısınız ışığınızı da hemen söndürmelisiniz. Çünkü artık, o ânda, bir ışık yanmaktadır: o da, kalbinizde. Bir yazar, ancak, yazarak girebilecektir insanlığa: insan için savaşa, ışığa… Dinlendirilmiş toprağa benziyor yazılmamış kağıt: hangi tohum düşecek buraya? Bir kez daha sürmeli miyim toprağı? Sonra, yine bekletmeli miyim? Tarlasında yalnız başına uğraşıp duran bir çiftçi: yazar da, buna benzemiyor mu biraz? Birkaç gün sonra, güzel bir yağmur yağsa, diye geçiriyor içinden çiftçi. Bu yazı, başka bir yazıyı doğursa, diyor yazar; başka bir yazı da, daha bir başkasını…”(Nuri Pakdil, Bir Yazarın Notları, Edebiyat Dergisi y.)
Hele zulme karşı o asil duruşu yok mu? ‘Antiemperyalist’, ‘antikapitalist’ ‘antikominist’, ‘antifaşist’, ‘antifiravunist’ “devrimci”duruşu. Her defasında “tükürün zalimlerin o hayasız yüzüne” der gibi. Edebi kudreti zaten malum ama beni ve benim gibi düşünen yüz binlerce kişinin en ziyade kendisine çeken daha doğrusu hayran bıraktıran bu hasretini çektiğimiz asil ve celadetli duruş.
Pakdil, "kurtuluşumuzun yegane reçetesi İslam Düşüncesidir" diyor ve şöyle devam ediyor: “Dünya, tüm yeryüzü, eninde sonunda, İslami düşünceye doğru, mutlaka evrilecektir. Başka çaresi kalmamıştır. İslam düşüncesi, hasta dünyayı iyileştirecek tek çaredir. Kapitalist toplum, çürük bir ağaca dönmüştür. Kesinlikle göreceksiniz: Büyük çatırtıyla yıkılacaktır. Gelecek, İslam’ındır. Bizler, yeryüzünün umut meşalesiyiz, umut elçileriyiz. Ve de, bu bilinçle, bu dikkatle, bu heyecanla yaşamaktayız.”
Bu mana ve cesaret dolu satırlarla gelecek şu satırlar arasında ne fark vardı?
“Doğulu-batılı tüm sistemlerin ört pas edilemez iflası, laikliğin ortaçağ sakat din anlayışına dayanan temellerinin İslam karşısında gümbür gümbür yıkılışı, insanlığın kurtarıcıyı çağıran imdat sesleri… Ve tartışılmaz gerçeğin ifadesi: İstikbal İslam’ındır..” (S.Kutup)
“Ümitvar olunuz şu istikbal inkılabatı içinde en yüksek gür seda İslam’ın sedası olacaktır. Hakim Hakaik-ı imaniye ve Kur’aniye olacak.” (Bediüzzaman) Belli ki hepsi aynı ezeli pınardan su içiyordu.
Başka bir yerde "bizim tek bir ulu önderimiz var o da Hz. Muhammed (a.s.v)’dir" der. Belki bugün demek çok kolay ama Allah demenin bile yasak ve idamlık suç olduğu karanlık bir devirde bunları söyleyebilmek, o cesareti gösterebilmek “her kişinin işi değil er kişinin işi”ydi ancak. Nasıl demesin ki O, “… Allah’ın, kainatı yüzü suyu hürmetine yarattığı Sevgilisinin fezayı bütün yıldızlarıyla manto gibi saran mukaddes eteğine tutunacak ve O’ndan başka hiçbir tutamak, dayanak, sığınak tanımayacak ve O’nun düşmanlarını ancak kubur farelerine layık bir muameleye tabi tutacak bir gençlik…” (N.Fazıl) diyen bir üstadın talebesiydi.
(Ezel Mağluplar'dan)