Nurları anlamamak, Cumhuriyet aydının müşterek vasfı
Kelimelerle düşünür, kelimelerle konuşur insan. İnsanı mümeyyiz kılan düşünme melekesinin inşã malzemesidir kelimeler; düşüncenin geniş serhadleri kelimelerle fethedilir. Dillerin de bir iklimi, kendilerine has coğrafyaları vardır. Kimi uçsuz bucaksız sahraların ürpertici sükununa sahip, kimi bahar çağlayanlarının coşkusuyla raksa kalkar, kimi de Himalayaların başdöndürücü uğultusuyla sarar insanı. Dillerin coğrafyasında ya kelebekler gibi ürkek ve zârif hareketlerle danseder kelimeler, ya da ateşten kamçılarıyla arzı titreten şimşekler gibi delip geçerler şuurumuzu...
Bir dilin coğrafyası başka bir dilin coğrafyasına benzemez; mefhumlar aynı şeyi ifãde etmez, etmeyebilir. Kelimeler, bağrında serpildikleri iklimin, coğrafyanın ve kavmin hususiyetlerinden nişanlar takınarak sahneye atlarlar. Paris’te kelime bir “leydi”nin elindeki nârin yelpaze edãsı takınırken, Çaldıran’da kös, Niğbolu’da çığlık, Hint’de şiir olur.
Ve kitablar... Kitablar yazıldıkları devrin dilleriyle yaşarlar... Kitaba hayat veren dili öldürdüğünüzde, bir kalıp tuğlaya dönüşür kitab; mânâsız ve değersiz bir tomar kâğıt olur. Onun için dillere müdahale etmemek, dilleri öldürmemek gerekir. Onun için dil dãvãsı, en az vatan ve bayrak dâvãsı kadar mukaddestir. Onun için dilin muhafazası, en az hudutların muhafazası kadar elzemdir...
Peki, Türkiye’de ne oldu? Hangi ihanet bin yılın kütüphanelerini dilsizleştirdi, kitaplarını tuğla yığınlarına çevirdi? Hülâsa edelim...
Cumhuriyeti kuranlar enselerinde Osmanlı’nın soluğuyla yaşamak istemiyorlardı. Altı yüzyıl kendilerine rahat uyku yaşatmayan Osmanlı’nın yeniden diriliş ihtimalinden ödü kopan Batı da Cumhuriyeti kuran iktidar sahiplerinin kulağına kendi korkularını fısıldıyordu. Yapılacak tek şey: Osmanlı’yı bu milletin hãfıza ve tãrihinden bütünüyle silmek, onu hatırlatacak bütün emareleri, mezar taşları ve türbeler de dahil, tahrib etmekti. Ve kollar bunun için sıvandı...
Bu tahrib sarasının sebebiyet verdiği asıl felâket, dili tahrib etmek oldu... Bin yıllık irfãn ve an’anemizi, inanç ve değerlerimizi ademe mahkûm ettiler. Dili koruyan bütün hisarlar yıkıldı, bütün sedler dağıtıldı; mefhumların, kelimelerin üstü başı perişan, kan revan içindeler... Mefhumların muayyeniyeti kalmadı, kelimelere zihinler adedince farklı mãnãlar yüklendi. Ve kısacık ömürlü bir yığın hezeyãn “tilcik” adıyla tımarhaneden fırlamış deliler gibi salıverildiler Türkçe’nin damarlarına. Uydurukça kelime türetmek bir devrin en gözde meşgalesi oldu... Batı’da cinnetin bile bir edebi vardır, der Meriç. Bizde mefhumların müşterek vasfı edebsizlik oldu.
Geçtiğimiz günlerde Fâtih Altaylı’nın “Teke Tek” programında konuşan Türkiye’nin iki şöhretli ve yaşlı tarihçisi Risale-i Nurları anlayamamaktan yakınmışlar. Bediüzzaman karşısında cehl ve acziyetlerini itirafla irtifa kazanacaklarına, lafı geveleyip beceriksizliklerinin faturasını Üstãd ve eşsiz külliyatına ödetmeye yeltenmişler. Programı seyretmedim, değmezdi. Metnin ilgili kısmı önümde. Ortaylı bir malumatfuruşluğun ardından acziyetini Nurlar’ın zaafıymış gibi döküveriyor:
“Yazdığı Risaleyi anlamak fevkalade güçtür. Niye? Sentaksı bozuk, Türkçe değil o. Demek ki, Türkçe yazmamış. Siyak-sibak ilişkisi yok. Yani çerçeve ve muhteva birlikteliği olmuyor.”
Gidi şöhretli hoca... Bir devrin neye mal olduğunu daha güzel nasıl anlatabilirdin ki? Altaylı gazetecilikten gelme bir kıvraklıkla bu bataklığa girmemeye çalışıyor:
“Bardakçı ve sizin dediğiniz, Risalelerinden bir şey anlamak mümkün değil. Peki bunun Risalelerinden nasıl oluyor da bir yol ortaya çıkıyor?”
Bugün dünyada kabul görmüş, adına enstitüler kurulmuş ve cemiyetin her sınıfından müntesiblerinin dãvã edindiği bir hakikatı görmeyen hocaların körlüğünü Altay’lının suali de uyandırmaya yetmiyor. İlber Hoca cevap veriyor:
“10 tane kişi okuyor 100 kişi dinliyor, izah ediyor. Cemaatin mensubuna Nur talebesi denir. Okunuyor. Daha bilgili tecrübeliler izah ediyor. Sistem bu zaten.”
Dil bahsinde ahkâm kesen hoca “10 tane kişi” demenin Türkçeyi katletmek olduğunun farkında bile değil. Ve düşünmüyor ki, o “10 tane kişi” Nurları okumak ve anlatmak üzere gökten zenbille inmiş değiller. On kişiye değil, bir kişiye bile açılan bir hakikatin bütün insanlığa açık olduğunun bidihiyattan olduğunun bile farkında değil şöhretli târihçi.
Bardakçı da Altaylı’nın itirazıyla uyanmayıp Ortaylı’nın sarkıttığı çürük ipe tutunarak düştüğü kuyudan çıkmaya çalışıyor:
“Anlayamazsın. Bunu söyledim diye, bu da kabahat oldu. İlber hoca da aynısını söylüyor. Kelimeler arasında rãbıta kopuktur.”
Hezeyãn bu minval üzere devam ediyor... Bu abesle ne daha fazla meşgul olayım, ne de sizi yorayım. Bediüzzaman ve Nurları anlamamak, Cumhuriyet aydının müşterek vasfıdır. Yetiştikleri iklim, kulak ve gönüllerine şırınga edilen peşin hükümlerin doğurduğu fik-i sãbitle körleşmiş bu cãmianın Nurları anlamadıklarını Cemil Meriç, kendisini de dahil ederek yıllar önce, ama haysiyetlice ve bir acz ikrarıyla itiraf etmişti. Çok daha dürüstçe, çok daha insanca ve hakperestçe bir itiraf.
Meriç, Kader bahsi gibi zor bir mevzuu okuyucuları için Üstad’ın rehberliğinde vuzuha kavuşturmaya çalışır. Yirmialtıncı Söz’ün kısa bir hülâsasından sonra aczini ve Bediüzzaman’a duyduğu hayranlığı şu ifadelerle haykırır:
“Üstâd şimşek pırıltıları ile aydınlanan bu karanlık bölgelerde büyük bir güvenle dolaşıyor. Üslûb kesif v e izahlar inandırıcı. Asırları kucaklayan bir tefekkürün çağdaş idrâke seslenişi, yaralanan bir idrâke, yabancılaşmış bir idrâke. İrfanımızın madde-i asliyesi olan bu fikirleri ne kadar anlayabiliyoruz? Heyhat; ne meselenin kendisine âşinâyız, ne mefhumlara.”(*)
Meriç, Nurları yeterince anlayamayışını bütünüyle Nurlar ve Müellifi’nin lehine kaydedib, üslûb ve izahlar karşısında hayranlığını haykırırken, yaşlı târihçiler acziyetlerine kılıf bulma telaşıyla içinde boğuldukları çamuru sıçratıyorlar. Belki de uzak durmak en iyisi... Varol Meriç, nur ol!.. Farklıydın, farklı yaşadın, farklı gittin... Senin için Rabb’imden mağfiret ve rahmet diliyorum...
(*) Cemil Meriç, Kırk Ambar, sayfa 419, Ötüken Neşriyat, 1980