Komşu çocuklarıyla birlikte sekiz kişiydiler. Suya girenlerin en büyüğü Abdullah, en küçüğü ise Said'den de bir yaş kadar küçük olan Zühre idi.
Dürre, Hanı ve kendileri ile emsâl komşu kızı Esma ise suya girmeyip kıyıda eğleniyorlardı. Esasen o yaştaki hemen bütün Nurslu çocukların aksine Dürre'nin su ile arası iyi değildi. Daha doğrusu su ile değil de Nurs Deresi ile arası bozuktu. Çoğu zaman coşkun akan bu dereden korkuyor, ürperiyordu. Yazın suyun en cılız aktığı vakitlerde bile arada bir gözleri yukarılara kayar, bir selin gelip gelmediğinden emin olmak isterdi.
Bütün çocukların gölette boğuştuğu, su oyunları oynadıkları, çığlıklar attıkları bir anda Dürre'nin gözleri Said'i aradı. Az önce sudan çıkmış, küçük bir su sızıntısının göletin birkaç adım dışında meydana getirdiği durgun su birikintisinin kıyısına çömelmiş, dikkatle bir şeylere bakıyordu. Ekseriyetle olduğu gibi, yine çocuklardan kopmuş, bir şeylere dalıp gitmişti. İki iri helikopter böceğinin su birikintisi üzerinden manevralı geçişlerini gördüğünde onlara takıldığını anladı. Cüzünü hecelemeye çalışan Hanı'nın omuzuna dokundu.
Beriki biraz da rahatsız edilmiş olmasının verdiği bir sertlikle,
"Ne var Dürre?" dedi.
Kürtlerde kardeşler arasında abla ve abi hitabları yoktu. Ekser isim kısaltmaları gibi bu da onlara hastı. Arada bir babası Sofi Mirza'nın ehemmiyet verdiğini göstermek istemesinin eseri olarak "Hanım'ım!" diye seslenmeleri de olmasa isminin Hanım olduğunu çoktan unutmuştu. Köydeki herkes için o Sofi Mirzan'ın kızı Hanı idi.
Aralarındaki yaş farkı ne olursa olsun, kardeşler birbirilerine isimleri ile hitab ediyorlardı. Hatta bu adet, kalabalık ailelerde çocukların ebeveynlerine bile isimleri ile hitab etmelerini netice veriyordu. Asırların beraberinde getirdiği bu yerleşik örf Nurs'da da yaşıyordu.
Dürre, Hanı'ye Said'i işaret etti.
"Bak seninki yine dalacak bir şeyler bulmuş!"
Hanı, Said'in has ablası olma gururunu hissettiren bir edâ ile gülümsedi.
"Karışmayın kardeşime, o çok büyük bir şeyh olacak, Seyda —Abdurrahman-ı Tağî— gibi.
Rahatsız etmemeye çalışarak çömeldiği yerde çevreden kopmuş olan Said'e arkadan yanaştı. Bütün dikkati ile helikopter böceklerini takib ediyordu. Büyüğü lâciverde çalan mâvilikte, küçüğü altın sarısına kayan keskin bir yeşile sahipti. Kâh dalaşıyorlar, kâh kıyıdaki bir ot veya çöpe konuyorlardı. İki iri gözün vücutlarına göre büyük gösterdiği başları incecik bir boyunla gövdeye bağlanmıştı. Neredeyse üç yüz altmış derece dönen başları, havada seri kanat hareketleri ile âdete boşlukta asılı kalmaları Said'in çok dikkatini çekmiş olmalıydı.
İçinde kabaran sevgiye mağlûb düşüp gür ve siyah saçlarını okşayınca Said ayağa kalktı. Çömelmekten dizlerine ağrı girmiş, sol bacağı da karıncalanmıştı. Bu ilk defa yaşadığı bir şeydi veya öncesini hatırlamıyordu. Oysa Hanı, onun başına gelenleri biliyordu.
"Korkma, birazdan geçer!" dedi. "Hatta biraz koşturursan daha hızlı geçer."
Said koşmayı denedi ama,
"Ay ay!" deyip durdu. Gıdıklanma ile ağrı hissi gibi karışık bir his yaşıyordu. Hareketsizliğin daha iyi geldiğine karar vermiş gibi beklemeye koyuldu.
"Uzun süre çömelip kalırsan karıncalanmayı da göze almalısın. Hareket etmelisin."
Said bir an gülümsedi ama keskin gözleri az ötedeki çiçeğe konan bir kelebeğin kanat hareketleri ile değişen göz alıcı renklerine takıldı. Daha ötede bütün gücüyle öten ağustosböceğinin sesi de ne zamandır kulaklarını tırmalıyordu. Hanı, sessizce Dürre ile Esman'ın yanına döndü. Gölette çocukların şamatası bütün hızıyla devam ediyordu.
NOT: Bu kısa metinleri hem dualarınızın devamı, hem de söyleyecek sözünüz varsa erken bir fırsat vermek için paylaşıyorum.