Akşamın ezanına henüz vakit vardı. Bir kaç gün kaldığı eski kışlada nemli bir hava olduğu için hiç rahat etmemişti. O haleti üzerinden atması lazımdı. Bu sebeple bir duş alıp elbiselerini değiştirmesi gerekiyordu.
Tam o arada cami imamı avludan içeri girdi:
“Hoş geldiniz efendim.”
“Hoş bulduk gardaş.”
“Sizin burada kalacağınızı söylediler. ‘Bir ihtiyacınız var mı?’ diye geldim.”
Cebinden biraz bozuk para çıkartarak:
“Ben buraları bilmiyorum. Sana zahmet olacak ama kusura bakma bana bir tencere ve bir de tas almanı istiyorum. Ben sobayı yakana kadar getirirseniz sevinirim.”
“Baş üstüne efendim.”
“Allah razı olsun. Ben seni Molla Habip yerine kabul ediyorum.”
Hacı Abdullah Efendi Camii o gece farklı bir atmosfere girmişti.
Mülk âlemi aslında her zaman melekût âleminin dikkatini çekmiştir.
Bu gece ise çok daha dikkat çekiyordu.
Kâinatın meyvesi dünya idi, dünya ise tam karanlığa gömülecekti.
Allah adının tamamen kesileceği ve kıyametin kopacağı zaman dilimini mi yaşıyordu kâinat?
Oysa kâinat, mana âleminde yaşıyor ve enerjisini de dünyadan alıyordu.
Çünkü kâinat insan için yaratılmış, insanı da Cenab-ı Hak kendisi için yaratmıştı.
"Ben insanları ve cinleri bana ibadet etsinler diye yarattım" ayetince insan eğer ibadet ve zikir etmezse her şey manasız oluyordu.
Dünyada zikir ve tesbihat sesleri kesildiği an her taraf karanlığa gömülecekti.
Zaten kâinat kurulduğundan beri bu zaman diliminden Allah'a sığınıyordu.
Asr-ı Saadet bile bu zamanın dehşetinden hep ürkmüş, onlar da Allah'a sığınmıştı.
Nurdan yaratılan kâinat, karanlığa gömülmek üzereydi.
Deccalizm ve süfyanizim, his ve heva ordularını harekete geçirmiş, insi ve cinni şeytanlarla birlikte zülümata doğru akıyordu.
Ve işte bunun için mahlûkat, mevcudat ve kâinat kızgın ve üzgündü.
Her şey bir nur bekliyordu. İnsanlarve kâinat şöyle ediyordu: "O nuru gönder ilahi, asırlar oldu yeter! Bunaldı mahlûkatın afakı, bir sabah ister. "
Ve işte bunun için bu gece mana âleminde önemliydi.
Çünkü bu gecenin sabahında Bediüzzaman “Nurun İlk Kapısına” giriş yapacaktı.
O gece teheccüd namazına kalkmış, sabaha kadar secdede durmuştu.
O gece hacı Abdullah Camii etrafındaki evlerde ikamet edenler, garip bir huzurla yatarken, Burdur Valisi tam aksine acı içinde kıvranıyordu.
Çünkü ne yapıp edip Bediüzzaman'ın ölmesi için en üst makamlardan emir gelmişti.
Allah adına imaen bile bahsedilmek istenmeyen bir ülkede Bediüzzaman, büyük bir bela(!) idi.
Vali sabahın erken saatlerinden kalkmış, derin derin düşünüyordu.
Hadiseler... Ankara'da üst mercilerden gelen emirler... Koca devletin bir adamı hedef alması...
Çok ilginçti.
Evet kendi kendine soruyordu;
"Bir piri fani neden bu kadar devletin korkulu rüyası olmuş. Bu gariban ve kimsesiz adam devlete ne yapacak?"
"Neden bu kadar korkuyorlar?"
Gerçekten bu hal çok garipti. Bir adamdan bu kadar korkulur muydu?
...
Hatta bu garip durumu, Bediüzzaman bir eserinde şöyle tarif etmişti.
"Fıtratımdaki hadsiz aczimle beraber, ihtiyarlık ve gurbet ve kimsesizlik ve tecridim içinde ehl-i dünya desiseleriyle, casuslarıyla bana hücum ettikleri hengâmda kalbimde dedim: "Elleri bağlı, zayıf ve hasta bir tek adama ordular taarruz ediyor."
Evet, ordular taarruz ediyordu.
Devlet tüm maddi gücüne güvenip, onu öldürmenin hesabını yaparken, o kendisini uyaran dostlarına şöyle diyordu.
“Merak etmeyin benim ölümüm ecelimle olacak.”
Hacı Abdullah Camii, şehrin üst tepesinde yapılmış, kuş bakışı şehre bakıyordu.
Bediüzzaman bir gün, minarenin şerefesine çıkmış ufukları gözleyip tefekkür ediyordu.
Dilinde sürekli “Hasbunallah" vardı. Ne kadar süre geçtiğini bilmiyorum ama birden yüz hatlarının değiştiğini gördüm.
Sonra bakışlarının derinleştiğini gördüm.
Gözbebeklerinde önce Burdur sonra tüm ülke gözüktü.
Her taraf sürülmüştü.
Sonra birden ayağa fırladı
"Tohum ekme zamanı" dedi.
Sonra tebessüm etti:
"Said'den korkuyorlar."
Sonra başını ufuklara doğru çevirip:
“Kahhar-ı Zülcelalin izniyle küfrün belini kıracağım" diye haykırdı.
Sonra tekrar iskemlesine oturdu.
O arada bir kaç güvercin etrafına kondu.
Bediüzzaman, onlara bakınca hep birden kendi dilleriyle zikretmeye başladılar.
Onların zikirlerine tebesümle mukabele ettikten sonra:
“Keçeliler bana medresemi hatırlattınız” dedi.
Horhor medresesini hatırlamıştı.