Ağaçların iç içe geçtiği kesif bir ormandayız. Fırtına bulutlarını andıran bir sis çökmüş ormana; burnumuzun ucunu göremiyoruz. Saltanatını icra eden kör beyazlığa ormanın heybetli uğultusu eşlik ediyor. Patikaların uzunluğu bir kaç metre ile sınırlı, gerisi sise mağlub düşmüş. Baştan sonuna birini takib etmeden nereye çıktığını kestirmek mümkün değil. Binlerce patika ormanın derinliklerinde kaybolup gidiyor. Bu ormanda hiçbir rehber yok, aydınlık iddiası taşıyan yıldızlar ateşböcekleri gibi zayıf. Arada bir yükselen sesler, aynı hakikati terennüm etmek yerine, birbirini tekzib ediyor. İster istemez el yordamıyla ve düşe kalka yol almaya çalışacağız.
Bu geçmiş zaman ormanın beyaz körlüğünda Mehmed Kayalar’dan izler arıyorum. Uzaktan uzağa heybetli sesi duyuluyor. Ne dediği anlaşılmıyor, sadece bir kaç sağlam metin ve birkaç şiirin salâbetinde cesur çehresi muayyeniyet kazanıyor... Alelâde biri olmadğını hissediyorum, gerisi meçhûl... Kimdir, ne yapmış, ne yapmak istemiş? Üstãd’ın, “Nurun muallimi, Nurun Kahramanı, Nurun yüksek bir talebesi, hayatını Nura vakfeden Mehmed Kayalar.” gibi büyük iltifatlarına hangi liyakatla mazhar olmuştu? Sonra ne oldu? Bütün bu vasıfları hangi ağır imtihanda kaybetti? Gerçekten kaybetti mi? Kaybetmediyse ne oldu? Niçin hakkında hiçbirşey bilmiyoruz? Niçin söz birliği etmişçesine hiç ismini anmıyoruz? Niçin ademe mahkum edilmiş? Bu ademe mahkûmiyetin altında yatan hakikat ne? Sualler zincirinin başı gibi sonu da meçhullere uzanıyor, keselim...
İ’lâ-i Kelimetullâh için diyar-ı Rum’a hicret etmiş Konyalı mücahid bir ailenin çocuğu. Selanik’in Kayalar kasabasında hayata gözlerini açmış: Hicrî 1330. Miladi, 1911-12... Nüfus mübãdelesi ile Türkiye’ye geldiğinde 6-7 yaşlarındadır. Erzincan’a yerleştirilirler. Askerî mekteblerde tamamladığı tahsil hayatını semere veren askerlik mesleğinden henüz ön yüzbaşı iken rızasıyla emekliye ayrılır: 1952...
İkinci görüşmelerinde emekliye ayrılma düşüncesini Üstãd’a açar, fakat evlad-ü iyal maişeti noktasından izin koparamaz. Buna rağmen affını istirham eden bir telgrafla emekliliğini Üstãd’ına bildirdiğinde, Üstãd, ayağa kalkarak, “Kardeşim Mehmed Kayalar şimdi dünyayı ayağının altına aldı. Maşaallah, Barekallah!” der. (1)
Üstãd’ın hayatı müddetince Diyarbakır ve havalisinde Nur’un birinci sıra bir hadimi olarak büyük hizmetlerde bulunur. Emirdağ Lâhikası’nda yer alan ders münasebetiyle Üstãd tarafından bir telgrafla Ankara’ya dãvet edilir. Bu ziyaret esnãsında Üstãd’ın hususî iltifat ve alãkasına mazhar olduğu yolundaki hãtıralar teyide muhtaç. Sungur Abi’den bu hãtıralarla ilgili bildiklerini almak istedim, bir seyahatte olması sebebiyle kısa bir telefon görüşmesi yaptım. Ama şartların çok müsait olmaması sebebiyle sadra şifa bir cevab alamadım.
Üstãd’ın vefatından sonra Nur cãmiasında meydana gelen muvakkat tezelzülü 27 Mayıs denen meş’um darbe bir kaç yıllık bir ınkıraza çevirir. Kayalar Abi’nin, darbenin hedef isimlerinden biri olarak Sıvas Kampı’na alınması, Himalayalar kadar dik ve yüksek başını eğdirmek isteyen darbecilere gösterdiği mukavemet sebebiyle akılalmaz işkencelere maruz kalması, onu değil, ama muttali olanların çoğunu yıldırır. Bu korkusuz insanı yakmak için küfür cephesinin tutuşturduğu ateşin alevlerinden sakınmak isteyenler, çãreyi ondan bir şekilde uzaklaşmakta ve bu cesaret timsali kahramanı tecride mahkûm etmekte ararlar. Bu uzak duruşun, bu nisyana mahkumiyetin mazereti kısa, cılız ve mübhem:
“Mesleğimiz müsbet harekettir, menfî hareket edemeyiz... Kayalar Abi tedbir tanımıyor... İsyan etmekten bahsediyor... Liderlik sevdasındadır... Falan, filân...”
Bunların doğruluğu ya da yanlışlığını, tereddüde yer bırakmayacak ölçülerde bugün tesbit etme imkânlarına, maalesef sahib değiliz. Şehãdet edenlerin söyledikleri, rivãyet-i mahsusadan ibaret. Bir meselede iki şãhidin şehãdetine yazık ki, ulaşmak kabil olmuyor. Çoğu, mevzuun mahiyeti tebeyyün edince ya geçiştirmeyi, ya da susmayı tercih ediyor...
Bu kahraman insanın cesaret ve salâbet-i îmãnına Mehmed Kırkıncı Hoca, bir hãtıranın gecenin karanlığını yırtan şimşek parıltısı gibi keskin ama kısa aydınlığında şehãdet ediyor. Kayalar gibi, Kırkıncı da 485 kişinin toplattırıldığı Sıvas askerî kampı sãkinlerindendir. Kırkıncı Hoca’yı dinliyoruz:
“Mehmed Kayalar da bizimle aynı koğuşta kalıyordu. İhtilâlcilerin aleyhinde heyecanlı konuşmalar yapıyordu. Tedbir falan dinlediği yoktu. Çok rahatsız oluyorduk.
“Birgün alay kumandanı geldi.
“ ‘Dahiliye vekili İhsan Kızıloğlu geliyor. Hep dışarı çıkacaksınız. O geldiğinde ayağa kalkacaksınız!’ dedi.
“Mehmed Kayalar bizi toplayarak:
“ ‘Olmaz!’ dedi. ‘Biz kapıda oturacağız v e ayağa kalkmayacağız!..’
“Bakanın arabası geldiğinde Mehmed Kayalar ayak ayak üstüne attı. Onun zorlamasıyla biz de aynı şekilde ayak ayak üstüne atarak oturduk. İhsan Kızıloğlu geldi. Ellini salladı. Herkes ayağa kalktı, biz kalkmadık.” (2)
Ve Üstãd’ın vefatından sonra bir nisyan perdesinin arkasında kalıp Nur’un umumî sahnesinden çekilen Kayalar, 1 Haziran 1994 yılında dãr-ı bekãya irtihal edib Hakk’ın rahmetine kavuşur. Yalova Çiftlikköy Merkez mezarlığına defnedilir. Makamı Cennet olsun, Rabb’im ebeden râzı olsun.
Kayalar Abi’nin hayat çerçevesinden sarkan iki mühim meselenin teyid veya reddi için çok uğraştım, ama elde ettiğim netice muhkem değil. Anlatayım...
Deniliyor ki, Üstãd Hazretleri vefatından on beş gün gibi kısa bir müddet önce şahsî eşyalarını bir bavula koydurduktan sonra Zübeyir Abi’ye,
“27. Mektub’u da bavula koyun, Mehmed Bey tabetsin. Hem Risale-i Nur’a bakan ehemmiyetli 33 Hadis-i Nebeviye’yi Mehmed Fevzi’ye göndermiştik. Ona mektub yazın, onları da Mehmed Bey’e göndersin. Mehmed Bey tabetsin ve bundan sonra neşir işini Mehmed Bey yapsın.”(3) diyor.
Ne var ki, 750 sahife kadar olduğu ve hapishane yıllarında deponun uğradığı su baskını sebebiyle hasar gördüğünden dolayı neşredilemeyip Kayalar Abi’nin vãrisinde olduğu söylenen bu “27. Mektub” neşredilemiyor. 27. Mektub diye neşrolunan Emirdağ ve Kastamonu Lâhikalarının 27. Mektub olmadığı, bu çerçevede ifãde ediliyor.
Bu bilginin birinci derecede muhatabı olan Zübeyir Abi hayatta değil... Aynı bilgiye Sungur Abi’nin de muttali olduğu söylendiğinden Sungur Abi’yi telefonla aradığımı az önce kaydetmiştim, ama maalesef hatırlayamadığını söylemekle iktifa etti. İstanbul’a avdetinde bir ziyarette bulunmak üzere bahsi kapattık.
Kayalar Abi’nin hayatı çerçevesinde ehemmiyet atfettiğim ikinci meseleye gelince...Deniliyor ki, Risale-i Nur Külliyatı’nın latin harfleri ile basılması talebi bir iki sefer Üstãd’a ulaştırılıp red cevabıyla karşılaşılınca bir Isparta seyehati esnãsında mevzu Halıcı Sabri Efendi’ye de intikal ettirilip, Üstãd’a söylemesi ricã edilir. Fakat Halıcı, bu mühim meselenin ancak Kayalar Abi tarafından Üstãd’a aktarılırsa kabul görebileceğini ifãdeyle Abdullah Yeğin Abi’yi Diyarbakır’a gönderir ve Yeğin abi, Kayalar Abi’nin mektubunu getirip Üstãd’a takdim eder. Üstãd’ın mukabil cevabı şöyle:
“Mehmed Bey, çok insan bu teklifi yaptı, hep reddettim! Seni reddetmiyorum. Yalnız bir şartla; 1000 adet basılacak ve 500 adet şarka gönderilecek. Ben hayatta iken eserimin ticarî emtia olmasını istemem.”(4)
Hayatta olup ismi doğrudan geçen Abdullah Yeğin Abi’ye telefon ile bir yurt dışı seyahatte iken ulaştım. Mevzuun hülâsasını müteakib, Yeğin abi kat’i ve kararlı bir dil ile meselenin hakikatsız olduğunu ifãde etti. Ne diyebilirim ki? Üstãd’ın devam eden tasarrufu makamına liyakatsizliğimden yükselip soramıyorum, Kayalar Abi ve diğerleri ise hayatta değil. Koca bir cãmia en mühim meselerini bile vaktiyle tevsik etmeyince böyle çãresiz kalıveriyoruz işte... Bu meselelere ışık tutabilecek herkese kapımız açıktır...
Dikkate şãyãn bir hatıra ile noktalayalım. 1958 yılında Üstãd’ın kardeşi Abdülmecid Efendi bir arkadaşını ziyaret maksadıyla Diyarbakır’a gideceğini Üstãd’a arz eder. Üstãd da, “Kardaşım Mehmed Kayalar’a da uğra.” der. Akabinde de Kayalar’a gönderilmek üzere talebelerine kısa bir mektub yazdırarak, “Kardeşim Abdülmecid sana geliyor, ona dersini ver.” buyurur.
Kayalar Abi, “Üstãd’ın ãlim ve fazıl kardeşine ne dersi verebilirim ki?” diye bir an düşündükten sonra, bir sür’at-i intikalle Abdulmecid Efendi’nin ağabeyinin mãnevî makamını müdrik olmadığını, Üstãd’ın bu dersi bizzat kardeşine vermekteki nãzik vaziyetten içtinab sebebiyle kendisine havale ettiğini anlayıp rahatlar.
Abdulmecid Efendi geldiğinde, altı yedi saat gibi fãsılasız bir zaman diliminde, o güne kadar ağabeyine “Seyda!” diye hitab eden bu ãlim ve fazıl insana Bediüzzaman Said-i Nursi’nin ahir zamanın büyük mehdisi olduğunu anlatıp ikna eder. Bu ziyaretten sonradır ki Abdülmecid Efendi de şãkirdlerin safına geçip ağabeyine, “Üstãdım!” diye hitab etmeye başlar.(5)
Bir vefatın sene-yi devriyesi için yazılan satırları uzatmak istemezdim... Bu kadarı bile, bir zaruret sebebiyle yazıp, kısa tuttuğum asgariyat... Tafsil başka zeminlere İnşaallâh...
Başta Efendimiz (a.s.m), al ve ashabı olmak üzere Üstãd ve Nur cãmiasının dãr-ı bekãya irtihal etmiş kahramanlarına ve Kayalar Abi’ye bu vefat günü sebebiyle rahmet diliyorum. Rabb’im şefaatlerine nail eylesin. Amin...
Dipnotlar:
1- İrfan Haspolatlı, Nurun Muallimi/Mehmed Kayalar ve Hãtıralar, S. 4
2- Mehmed Kırkıncı, Hayatım Hãtıralarım, S. 131
3- İrfan Haspolatlı, Nurun Muallimi/Mehmed Kayalar ve Hãtıralar, S. 33-34
4- İrfan Haspolatlı, Nurun Muallimi/Mehmed Kayalar ve Hãtıralar, S. 37-38
5- İrfan Haspolatlı, Nurun Muallimi/Mehmed Kayalar ve Hãtıralar, S. 13