Lemaat ekseninde duygu çağrışımları (7)
İçinde bulunduğumuz varlık âleminin, yani kâinat Yaratıcısının beş duyu organlarımızla algılanması elbette mümkün değildir. Böyle olması kâinat Yaratıcısının birinci vasfı; çünkü görünen ve dokunulanın sıradan yaratılmışlar gibi aciz olacağından, ilah olamayacağı hem din hem de felsefe ehlince ittifakla kabul edilmiştir.
Varlık âlemini yoktan var edecek olan bir olmalı, hiçbir şeye muhtaç olmamalı, ne doğurmalı, ne doğrulmalı ve yaratıklardan kimseye benzememelidir. Akıl da başka bir yol olmadığı için zorunlu olarak bunu kabul etmektedir. Allah’ı inkâr edenlerin hiçbiri hiçbir devirde bunun aksini ispat edemedi. Onların yolu ispatsız, akıldışı bir inkârdır zaten. Bu böyle olmakla birlikte inkâr edenlerin ya da Allah’a şirk koşanların sayıları bir hayli olması da şaşırtıcı…
İnsan bir bütündür; onda akıldan başka başta duyguların sultanı kalp olmak üzere sayısız duygular iş görür. Aklın kabul ettiği birçok şeyi duygular kabul etmeyebilir ve aklı bazen yolundan caydırabilirler de. Duygular kesimine söz dinletmenin eğitim gibi yolları var elbette. Tahkiki iman yalnızca aklı kabul noktasına getirmek değil, aynı zamanda kalp başta olmak üzere baştanbaşa insanı saran diğer duyguları da evet noktasına getirmek gerekir. Hatta bazen aklı baypas eden duyguları susturmadan “tahkiki iman”a erişmek zor… Akıl çoğunlukla bir olan Allah’ı kabul eder de bir yerlerimizde bazı duygularımızda içten içe sönük dahi olsa itiraza benzer kıpırdanmalara şahit olabiliriz. Nefsin bile itiraza yeltenmediği bir “tahkiki iman” ancak insanı rahatlatabilir.
Tevhit kahramanı Hz. İbrahim(as) bile, belki de duygular kesiminde beliren çok küçük bir soruyu silmek ya da tam tatmin olmak için “Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster” demek zorunda kalmıştı. Allah “İnanmadın mı?” diye sorunca, Hz. İbrahim’in verdiği cevap çok anlamlıdır: “İnandım, fakat kalbim iyice yatışsın diye istiyorum.” (Bakara:260) Kalp, duyguların sultanıdır. Onun yatışması, durulması, akılla örtüşmesi, yani her şeyi asıl kaynaktan bellemesi demek, diğer sayısız duyguların da teslim olması demektir.
Bilimden kaynaklanan şüphelerin bir anda binlercesinin hücum ettiği çağımızda bizim de Allah’ın varlık ve birliği karşısında, şah damarımızdan daha yakın olma konusunda iç dünyamızın uzak köşelerinde duygularımızın itirazı andıran suskunluğu bizi şaşırtmamalı. Bunun farkına varmak, bu alanı nefse bırakmamak elbette önemli bir düzeyi gösterir. “Kör nefis” küçük bir emarenin peşine koşar, fırsatı hiç kaçırmaz. Ona basiret, ince bir seziş kazandırmak da bizim en büyük görevimizdir.
Gönül ister ki yaratıcımızı maddi bir varlığı olmamakla birlikte her yerde, her nesnede ve her zaman akıl düzeyinde ve hatta baş gözümüzle görebilecek netlikte tanımış olalım. O’nu her zaman yanımızda hissedelim. O’nun güvencesinde acizliğimizle birlikte sonsuz ihtiyacımızı gidermeye çalışalım. O bize her zorlukta “nokta-i istinat” ve “nokta-i istimdat” olsun. Başkaları değil O bizim dert ortağımız olsun. İç diyaloglarımızın tek muhatabı O olsun. O’nu çok yakınımızda, canımızın içinde hissedelim. En küçük sıkıntımızı O’na söyleyelim; O’na yalvaralım, ihtiyacımızı O’ndan isteyelim. O’nunla sürekli fısıldaşalım. Dünyada O’ndan başka hakiki dostumuz, sırdaşımız, şikâyet merciimiz yok ki!
Hadi diyelim nazari ya da hayal dünyamızda bu bağlantıyı kurarak bir dereceye kadar Yaradan’ımızla birlikte olabildik. Ama bunun akıl düzeyinde ve daha sonra duygularımızda gerçekleştirilmesi mümkün değil mi? Bu takdirde ancak hem aklımız hem de kalbimiz tatmin olabilir. Öyle ya mekândan münezzeh olduğu halde bir anda Allah’ın her yerde hazır bulunması ile varlık âleminin imdadına yetişmesi nasıl olur? Aklın “evet” demesi gerektiği gibi duygularımızın da buna yatması lazım. Aklın ve duyguların kabul ettiği şey gerçekte yaşanmış gibidir.
Gerçi insan gördüğü şeylere daha çok inanır. Peygamber mucizelerinin anlamı da budur zaten. Mucizeler, imanın içselleşmesinin önemli esaslarıdır. Gözle görünen, elle tutulan elbette ruh dünyasında daha başka bir güven verir. Bu bağlamda kâinat ve içinde olan her şey ahiretin, Cennet ve Cehennem’in ispatıdır aslında. Ortasından berrak suyu ile bir ırmak geçen ve çeşit çeşit çiçekleriyle parıl parıl yanan muhteşem bir bahçe, Cennet’in güzelliğinden az çok haber verir; bir yanardağın patlayıp köpürmesi de Cehennem’den. Hardal danesi büyüklüğünde olan insan hafızası, Hafız isminin bir tecellisi olan “Levh-i mahfuz”u çağrıştırması akıldan uzak değil. Hayatımıza bolca giren kameralar, her hareketimizi kaydeden kâtip melekleri neden hatıra getirmesin? Sonsuzluğu hararetle istememiz de ahiretin varlığını gerektirmiyor mu? Daha çok belirtilerle önümüze çıkan dünyalık olaylara biraz dikkat etsek, iman esasları çerçevesinde inandığımız birçok şeyler gaybilikten de çıkmış olur.
Allah tek iken bir anda her şeyin yanında bulunmasını aklın kabul ettiği düzeyde algılanmasına dünyada karşılaştığımız birçok olaylar ipucu olmaktadır.
Bediüzzaman Nur ismine çokça mazhar olduğundan belki de hiçbir çağa, insana nasip olmayan ve çağımızda bir buluş olabilecek ayna ve parlayan şeyleri misal vererek bu akıldan uzak görülen iman esasını kolay bir anlatışla gözler önüne sermiştir. “Bir tek zat, muhtelif meraya vasıtasıyla külliyet kesp eder. Cüz’i-yi hakikî iken, umumî şuunata malik bir küllî hükmüne geçer.” diyerek, gerçekten anlaşılması zor olan bu iman esasının gündelik işlerimizde çokça önümüze çıktığını ifade etmiştir.
Bediüzzaman güneşi ele alır; güneşin varlığı olan bir cüz olduğundan söz eder. Parlak, şeffaf, geçirgen maddelerle öyle bir bütünlük kazanır ki yeryüzünü doldurur. Öylesine ki aynalar ve şeffaf maddelerde hararet, ışık ve “elvan-ı seb’a” denilen yedi rengiyle akseder. Bediüzzaman zihni hazır hale getiren bu misali verdikten sonra, “temessül” yani yansıma noktasında varlıkların üç tür yansımasını gözler önüne serer. Biri kesif, yani şeffaf olmayan maddi şeylerin yansımasıdır. Bunlar, aynı değil, gayrdır; ölüdür, görünen suretlerinden başka hiçbir özellikleri yoktur. Biz, değişik aynaların çerçevelediği bir odaya girsek, tek iken çok oluruz; şu var ki canlı olan yalnız biziz; aynalarda görünenlerin hayat özellikleri yok. Diğeri maddî nuranîlerin yansımasıdır. Aynadaki yansımaları, aynı değiller; ama gayr da değildirler. Ancak o maddi nuranilerin birçok özelliklerine sahiptirler. Aynalardaki görüntüsünün o gökteki güneşin hararet, ışık ve rengine sahip olduğu gibi. Gökteki tek güneş, aynalar ve parlak maddeler vasıtasıyla üstelik aynı anda ve birçok özellikleri ile değişik yerlerde, çok güneşler oluyor.
Güneş şuurlu olsaydı, yani harareti kudreti, ışığı ilmi, yedi rengi yedi sıfatı olsaydı, o zaman o tek güneş bir anda yansıdığı ayna ve parlak maddelerde bulunabilecekti. Aynalar, gökteki güneşten çok uzak, ama güneş onlara çok yakın. Güneş bizim de göz bebeğimizin içine giriyor, o bize çok yakın oluyor biz ondan uzak olduğumuz halde. Bir diğeri nuranî ruhların yansımasıdır. Bu tür bir yansıma, hem canlıdır, hem aynadır. Aynaların kendilerine göre bir görünme kabiliyetleri olduğundan o ruhun bizzat tam kendisi olmuyor.
Değişik türde olan yansımalara örnek verdikten sonra Bediüzzaman, Hz. Cebrail’in Dihye suretinde Hz. Peygamberimizin huzurunda bulunurken aynı anda Allah’ın huzurunda haşmetli kanatlarıyla secdeye vardığını vakıa olarak söyler. O anda çok yerlerde de bulunabilir. Bir işi diğer işe engel olmaz. Peygamberimiz mahiyeti nur ve hüviyeti nuraniye olduğu için kendisine yapılan bütün salavatlara muhatap olabiliyor. Fazla nuraniyet kazanan bir takım “abdal” velilerin aynı anda birçok yerlerde bulunmaları da çokları tarafından müşahede edilmiş.
Güneş gibi verilen diğer misaller de zihnimizi bu konuma hazırlamaktadır. Allah’ın bize yakınlığı aklımıza ve duygularımıza uygun gelecek ki biz de O’nu her an yanımızda hissederek kendimize ona göre çekidüzen verelim. Öylesine ki duygularımızdan en küçük bir kararsızlık baş göstermesin. Her an O’nun gözetlemesi karşısında olduğunu gören insanın davranışları çok daha başka olmaz mı? Meşhur İslam hadisinde Peygamberimiz “ihsan”ı “Allah’a, âdeta O’nu görüyormuş gibi kullukta bulunmak gerekir; zira biz O’nu görmezsek de O bizi görüyordur.” (Buhari/İman-1) buyurmak suretiyle, Yaratıcımıza bu denli yakın olmanın akıl ve duygular kesiminin ayık olması gerektiğine işaret eder. İnsanın bu düzeyi yakalaması, aynı zamanda güzelliklerinin çoğuna mazhar olması demektir.
Maddi bir varlığı olan güneş bu denli bize yakın olurken, her şeyin kontrolü elinde ve bütün kemal sıfatlarla sıfatlanmış olan Allah’ın şahdamarımızdan bize çok daha yakın olmaması düşünülebilir mi? Allah’ın bize çok yakın olmasına güneşin aynalarla bir anda parlak cisimlerde kendini göstermesi misaline aklımız da duygularımız da yatıyor. Akıl bunu asla uzak görmüyor. Allah bize yakındır, biz ise O’ndan uzağız. Ona yaklaşmak için birçok aşamalardan geçilmesinin gereği üzerinde duran Bediüzzaman şunu vurgulamaktadır: “Onun huzur-u kibriyasına perdesiz girmek istenilse, zulmanî ve nuranî, yani maddî ve ekvanî ve esmaî ve sıfatî yetmiş binler hicaptan geçmek, her ismin binler hususî ve küllî derecat-ı tecellisinden çıkmak, gayet yüksek tabakat-ı sıfatında mürur edip, tâ ism-i Azamına mazhar olan Arş-ı Azamına uruç etmek, eğer cezb ve lütfu olmazsa, binler seneler çalışmak ve sülûk etmek lazım gelir.” (Sözler/16.Söz)
Nasıl ki güneşe yakın olabilmek için manen çok büyümek, ay kadar yükselmek, ancak böylelikle doğrudan doğruya güneşe ancak muhatap olmak mümkünse, buna benzer bir şekilde Allah’a yakın olabilmek için de belki de olması mümkün olmayan birçok aşamalardan geçmek zorunludur. Var olan kâinatın akıl almaz genişliği ve muhteşem intizamı ister istemez aklı bu noktaya getirmektedir.
Akıl düzeyinde Allah’ın bize çok yakın olduğunu fark etmek güzeldir. Kulluğun özü buradadır; hayatımızın biricik amacıdır. Bu düzeyi yakalayanın ibadetleri de daha başka olur ve hayatı başka renklerle, doyumsuzluklarla süslenir.