Akşam ezanı minarelerden yükselirken, elleri cebinde yağmur altında yürüyordu… İçinde yalnızlığın dolmaz boşluğu; bu boşluğun girdabında onu çembere alan duygularının işkencesi vardı. Yüreği sıkılıyor, gözleri farkında olmadan, gelip geçenlere yalvarırcasına bakıyordu.
Çevresinde bütün varlıklar soğuktu; şekiller, solunan hava… Zaman köprüsü buzlaşmış; çaresiz, bitkin ayakların taşıdığı insanları titretiyordu… Ablasına gitmeyi düşünüyordu. Ona dertlerini döker, az da olsa yalnızlıktan kurtulurdu. Koca Mustafa Paşadan, Vidin caddesine saptı. Yağmur iyice hızlanmış, parkesi ve paçaları sırıl sıklam olmuştu.
Evde kimselerin olmadığına iyice kanaat getirip, son defa zile bastı. Kulakları içinden bir yalvarışla tıkırtı bekliyordu. Açılmıyordu kapı; sanki sonsuzluğa kapanmıştı. Boynu bükük mahzunca eve dönmeye karar verdi. Bu ümitsizliğe uğrayışı kendisini, memleketindeki evlerin saçaklarında asılı duran buz parçalarına benzetti. Erimeyi unutmuş, sıcağı unutmuş bir buz parçası… Sıcaklığı bulunan her şeyin, yüzüne kapanmasının acı kabullenişiyle, hasretle yutkundu.
İnsanın saçaklardaki buzlara benzeyişini dostluk, sıcacık yuva, sıcacık çorba eritebilir. Bir pantolonunun, bir parkesinin cebine koyduğu ellerini, nereye koyacağını şaşırmış gibiydi. Şu an kuvveti yetse hiçbir şeyi görmek, duymak istemezdi. İçinde bulunan başka bir duygu ise bitmek, tükenmek, içinde bulunduğu loş daracık yerde eriyerek şekil değiştirmeyi istiyordu…
Isınmak için koşmak istedi, fakat başı zonkluyordu. Beyni kendi evhamıyla meydana getirdiği örste çaresizlik balyozuyla çevrile çevrile dövülürken, kıvılcımları şakaklarına, harareti gözlerine çöküyordu. Kendisini kaldırımların üzerinde sokağın akışına kaptırmıştı. Her adımı, düşüncelerinin tesiriyle tereddütlü, boşluğa yuvarlanacakmış gibi korkuluydu.
Bazen yaklaşırken gözlerini kamaştıran sokak lambalarından onu ısıtması için medet umdu. Bir anne kucağı veya güneş gibi ısıtmasını istedi. Belki de şu lambalar, ondan daha çok üşüyordur; içleri yanarak, sesiz, cansız bir şekilde karanlığın sokak ve caddelerdeki hâkimiyetini yırtmaya çalışıyorlardı.
Tek odalı evine nihayet gelebildi. Kapıyı açtı. Oda dışarısı kadar soğuktu. Lambayı yaktı. Gözleri sobadan nafile medet umarken, iradesi dağınık düşüncelerinin peşine takılıp, soğuğa esir oldu. Ne yapacağına karar veremedi. Durumu soba yakmaya müsait değildi. Zaten yakabileceği bir şeyde yoktu.
O gece her şey soğuktu. Dışarısı, içerisi ve soğuk soğuk sırıtan soba. Gözlerini masa üzerindeki dağınık kitaplara, yatağa çevirdi. Kitaplar onu başından savarken, yatak ısıtacakmışçasına kendisine çekiyordu. Yarı soyunuk halde yatağa girdi. Yatak bile soğuktu. Battaniyeyi başına çekti, derin derin soluyarak ısıtmaya çalıştı. Ciğerleri yorgun düşmüştü, ama yatak ısınmak bilmiyordu. Çok yorgundu. Biraz sonra gözleri kapandı…
Mavinin, yeşilin ve pembenin bütün renklerin cümbüşü vardı. Koşuyor, yükseliyor; azapların kahrediciliğinden kurtuluyordu. Büyük kudretin sırları büyüleyici bayıltıcı güzellikte sergileniyordu. Her şeyde hoş bir çekicilik vardı. Ufacık eller, yıldızlara sığmayan saadetleri tutuyordu… Yüz hatları gerildi. Gördükleri değişmişti birden. Renk cümbüşü yerine koyu siyahlığın içinde, her şeyi yok eden bir kasırga meydana gelmişti. Kurtulmak için tutunduğu her şey buzlaşıyor, sığındığı yerler yıkılıyordu. Dizleri bükülüyor, omuzları titriyor, yüzlerce tiksindirici eller, boşluğa itmek için çalışıyordu…
Aniden sıçrayıp, uyandı. Azap veren eller yoktu, kasırga yoktu, ama ensesine buz parçası konulmuşçasına titredi. Bu hali, gördüğü rüyanın korkunçluğunu unutturdu.
Üzerini örtüp yeniden uyumaya çalıştı. Birkaç saniye geçmişti ki, dişleri birbirine vurmaya başladı. Aldırış etmeden, battaniyenin içine büzüldü. Fakat dinmek bilmeyen titreme, çenesinin altından peş peşe yumruk inercesine, dişlerinin birbirine vuruşuyla hızlandı. Vücudunun bütün azaları titremeye katılmıştı. Ranzanın yaylarından çıkan gıcırtılar, buz gibi odada sefalet senfonisini çalıyordu.
Fazla tahammül edemedi, kalktı. Işığı yakıp ranzanın kenarına oturdu. Çilelerin öldürücü tonu ile yüzü sapsarıydı. Başını ellerinin arasına alıp sıktı, sıktı. Başı dönüyor, gözleri kararıyor, midesi bulanıyordu. Üşümekten her yanı dikenleşmişti. Midesinin altına bir körük oturmuş, göksünü sıkıştırarak yukarı itip, geri çekiyordu. Alnındaki çizgiler kalınlaşırken, bir işkence hatları çiziyordu. O hatlar, didik didik eden mide bulantısını, ruhun kıvranışlarını, korkunun ilk basamağından doruğa yükselişini sembolleştiriyordu. Geçmişi hayallerken, o andan kurtulabileceğini zannediyordu. Titreyen dudaklarından hafif bir sada, sessiz odada kendisinin bile duyamadığı şekilde yayılıp, gitti:
“ Acaba ölüyor muyum? “
Acıların mengenesinde hislerinin kıvranışını, ufkuna çizilen sessizlik ve yalnızlık halkalarını unutturacak bir şeyler istiyordu. Başı sağa sola dönerken, içi fısıldıyordu:
“ Konuşun duvarlar, konuş gece! Kıvranışlarıma ortak olan ranzam susup durma!.. Konuşun güneşin batışla pencereme gerilen perdeler… Ampul tepemde asılı cellât; masam idam sehpam; zamansa tükenmeyen azap. Bu gece zamanın akışı bile soğuk. Koşuşun bütün fareler, odamın döşemesini kemirin… Kapımı çalan, camımı kıran olsa. Yer oynasın, tavan tepeme düşsün. Koşuşun ey gürültüler.”
Yalnızlık bütün ümitlerini boğuyordu. Vücudunun her hücresine soğuk inatla çökmüştü. Ellerini karnına bastırıp, yatağa yüz üstü çöktü. Çığlık koparacaktı, sancısı tırmalattırdı. Yer tavan, duvarlar sessizce birbirine yaklaşıyordu; onu sıkıp gömeceğe benziyordu.
Sabah ezanı okunmaya başladı. Bu sesler hafızasının buzlarını çözüp, büyük kudreti hatırlatmıştı. Çilelerin tercümanı dil, kalbiyle beraber ona sığındı.
Allah’a sığınmakla ruhu kuvvet bulmuştu. Ruhunun kuvvetlenişiyle de bedeninin ızdıraplarına karşı durmaya başlamıştı. Battaniyeye sıkıca büründü.
Kapının güm güm sesleriyle uyandı. Günün ışıkları perdeden içeri sızıyordu. Vücudu iyice terlemiş, acıları dinmişti. Kapı tekrar çalınmıştı. Kalktı, yürürken:
“ Geliyorum ” diye seslendi. Kapıyı açınca postacı gülerek:
“ Buyurun, mektubunuz. ” dedi.
Kapıyı kapayıp, içeri girdiğinde sevinçten elleri titriyordu. Mektup, anasından geliyordu. Burnuna götürüp kokladı. Gözlerinde onun hayali belirirken, mektubu aceleyle açtı. Satırlar annesinin kucağı, satırlar annesinin şefkat dolu bakışları, satırlar huzur olmuştu.
Acılar bitmişti artık. Düşündü, elbette ki hiçbir çile devamlı değildi.
Not: Bu hikâyeyi 1983 senesinde yazmıştım, paylaşmak istedim. Selamlar…