O ruh...

Metin KARABAŞOĞLU

Altı ay kadar önce, bir arkadaşım “Bu senin yazın; belki sende bile mevcudu yoktur” diye bana bir yazı getirdi.

Baktım; benim yazımdı, evet. O ve ben, ikimiz, biri hukuk, diğeri siyasal bilgiler okumaya yeni başlamış gençler olarak, aynı konuda bir sunum yapmıştık ‘içtimaiyatçılar’ toplantısında. Bediüzzaman’ın ‘kapitalizm’in de aşılacağı bir devre işaret eden sözlerinin gelip dayandığı yeni devre, ‘malikiyet ve serbestiyet devri’ne dair ortak sunum.

Onun bana getirdiği yazı, işte o sunuma asıl olan yazımdı. Daktiloyla yazılmış, on sayfa civarında bir yazı.

Yazıyı birkaç arkadaşım okudu. Oğlum okudu. (Bilgisayar ortamına aktarırsak sitemizden siz de okursunuz belki.)

Bu yazıyı yazdığımda kaç yaşında olduğum üzerine konuşuldu sonra. Yaşlılık alâmeti, biraz hesap yapmam gerekti, yıl ve yaş hesabı, üniversite birinci sınıfta, 17 yaşında imişim meğer.

Sonrasında, konu arkadaşıma ve bana dair olmaktan çıktı; 17 yaşında bu yazıları yazabilenlerin sonraki dönemde yaşadıklarına geldi, dayandı.

Bir dizi hatıramı anlattım sonra. Başkaca arkadaşların da katılımıyla Köprü dergisinde yaptıklarımızı; yapabildiklerimizi… ‘Daire içinde’ başkaları başka hayatlar ve imkânlar içinde yaşarken, bir dergiye 30 dolarlık aboneliğimizin bile üç senelik bir çabadan sonra mümkün olabildiği bir zamanda, dergiciliğe getirdiğimiz vizyonu, kıvamı ve kaliteyi. 21 yaşında başyazılarını yazar hale geldiğimiz derginin hele ki 1988 yılında kazandığı ivmeyi. Muhteva açısından, üslup açısından, tasarım ve estetik açısından yaptıklarımızı, daha doğrusu yapabildiklerimizi…

Ama hoyratça bir elin adım adım “çok oluyorlar” vehmine kapılıp bizi bir kapana sıkıştırma gayretini.

“Bir Kâinat Yolcusu” isimli Mart 88 kapağımızda ortaya koyduğumuz, o günün şartlarında çok zor olan görsel ziyafetten sonra derginin tasarımının elimizden alınışını…

Bu olay ve takip eden olayların bana burada uzun vadeli yol almanın imkânsızlığını fısıldamasına karşılık, istikbalde bir vicdan azabı yaşamama uğruna, devam edebilmek için bütün gayreti gösterme, ‘inceldiği yerden koparmama,’ ama koptuğu anda gitmeye (gönderilmeye) hazır olma kararımı. Bu şartlarda yaşanmış koskoca bir yirmi ayın ruh halini…

Risale-i Nur camiasındaki ilk ‘milliyetçilik’ eleştirisi niteliğindeki Eylül sayımızdaki yazıyı üç ‘sansür’ mecraından sorunsuzca geçirebilmek için uyguladığımız taktik ve teknikleri…

Ve daha nicesini…

Ama en önemlisi, iki grubun ‘iktidar’ mücadelesinin yaşandığı bir zeminde, bu mücadelenin tarafı olmaktan ısrarla imtina edişimizi. Bu arada, eli kalem tutan kimi isimlerin kimi isimlerin ‘adamı olmak’tan söz ettiği bir zamanda, ‘kimsenin adamı olmamanın gereği’ne olan vurgumuzdan dolayı adım adım yaşadıklarımızı.

Ve en sonunda, ‘lider’ ile aramızda geçen nihaî konuşmayı:

“İleride niye uyarmadın demeyesiniz diye, şimdi söylemek zorundayım: Allah’ın vermiş olduğu bunca kabiliyetle ben bütün hayatımı burada yazı ve yayın yoluyla Allah’ın dinine hizmete adamıştım. Bunu siz de biliyorsunuz. Sizden bir tek şunun muhasebesini yapmanızı istiyorum: Bu durumda bir genç olarak bana yaptığınız bu muamelenin istidadlı yeni gençler için taşıdığı anlamın farkında mısınız? Bundan sonra böyle bir ekip oluşması mümkün olabilecek mi? Sadece bunun muhasebesini isterim sizden.”

“Bizde adam çok.”

“Adam’dan söz etmiyorum. Çok istidatlı ve bu istidadını böyle bir mecrada yazı için, düşünce için kullanmaya kendini adamış insanlardan söz ediyorum.”

Cevaben, ‘tek kusurumuz kusursuzluk’ anlamına gelen kaç kere duyduğumuz izah teşebbüsleri…

Ve cevabım:

“Ben uyarımı yaptım; benden günah gitti.”

Bu muhaverenin üstünden tam 23 sene geçti. Rilke’nin iki ifadesini ödünç olarak kullanırsam, ‘gönül borcu duyduğum acılar’ da yaşadığım; ama ‘ve ortasından geçerek acının, olgunlaşmak’ imkânı bulduğumuz yıllar…

Geriye dönüp baktığımda, “Şükür ki yaşandı, şükür ki geçti” diyebiliyorum yaşanan pek çok şey için…

Ama o gün taze fidanlara arka çıkmak yerine vurulan baltaları seyredenlerin bu 23 yıl boyunca yaşadıkları, hüzün verici…

İstidatların toprağına değil gövdesine çapa vurulan bir bahçenin gitgide çoraklaşan hali ne kadar da hüzün verici…

Ve bugün, 23 sene sonra ‘Köprü ruhu’ndan bahseden bir yazı okudum o ‘lider’in gazetesinde.

İki açıdan üzüldüm:

Yazı hayatımın başında ustam olabilmiş iki isimden birinin ancak 23 yıl sonra bu konuda bir ‘özeleştiri’ yazabilmesine; ama ‘eleştiri’nin ‘öz’ünün hâlâ ‘haricî sebeplerden kaynaklanan muzır maniler’e yönelik olmasına.

İkincisi, ‘ihya’dan söz ettiğine göre, ‘o ruh’un vefatına hükmedilmiş olmasına…

Kendi namıma konuşayım: Allah’ın izniyle 49 yaşına girmeme şunun şurasında on günüm kaldı, ama o ruhu hiç yitirmedim…

Ve eminim, ‘dahildeki muzır maniler’in mukadder biyolojik tasfiyesiyle, o ruhun bugün birikimleri ayrı vadilere akıyor gözüken mümessillerinin emeği, bir büyük nehir olup akacak.

‘Kapalı göl’lere değil ama; bütün ümmete açık ummanlara, okyanuslara…

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.