"Bir küll ne şeye muhtaç ise, cüz'ü de o şeye muhtaçtır. Meselâ, bir şecerenin meydana gelmesi için ne lâzımsa, bir semerenin vücuduna da lâzımdır." Mesnevî-i Nuriye'den.
Hikayenin farklı versiyonları var. Bendeki versiyonu Picasso'lu. Picasso yemeğini yerken kadının birisi yanına yaklaşmış ve resmini yapmasını istemiş. Picasso da hemen yanıbaşındaki bir kağıda karalamış ve uzatmış. Kadın borcunun ne kadar olduğunu sormuş. Yüksek bir rakammış. Kadıncağız hayret etmiş: "Sadece beş dakika uğraştınız. Fazla değil mi?" O yıllarda altmışlı yaşlarında olduğunu nakledilen Picasso şöyle cevap vermiş: "Altmış yıl artı beş dakika."
Buna benzer bir hatıra da bende var. Çilingirlik yapan Mustafa isminde bir arkadaşımla işe gitmiştik. "Senin ne işin vardı?" derseniz, 'can sıkıntısından' diyeyim. Marmara depreminin üzerinden fazla zaman geçmemişti. Bu nedenle insanlar her sarsıntıda anahtar manahtar akıllarına gelmeden kendilerini sokağa atıyorlardı. Çilingirler için altın bir çağdı. Fakat bu hikayede ilginç olan işin parasal kısmı değil. Mustafa için çekili bir kapıyı açmak yalnızca saniyeler süren bir işti. Ama bu kapıya dakikalarını harcamıştı. Dönerken nedenini sordum. Dedi ki: "Kolay açınca para vermek istemiyorlar."
Kıymetli olanın zor olan, zor olanın ise vakit alan olduğuna dair bir algı var insanda. Bu aslında insanî sınırlılıktan beslenen birşey. Herkes bir diğerinin ustalığının biganesi. Doktor çabuk teşhiste bulununca, çilingir çabuk kapıyı açınca, ressam çabuk çizince yaptığının o kadar da kıymetli olmadığını düşünüyoruz. Berberinizi ele alalım. İnanın bana. Kafanızda geçirdiği sürenin büyük kısmı oyalanmadan ibaret. Aslında saçınızı istediğiniz şekle yarısı kadar bir sürede getirebilir. Ama böyle yaparsa yaptığı işin gözünüzde kıymetli olmayacağını düşünüyor. Çünkü siz, yani müşteriler, 'zaman alanın kıymetli olduğu' konusunda hemfikirsiniz. Fiili, kudret ve zaman eksenli düşünüyorsunuz. Failin ustalığını hesaba katmıyorsunuz. Halbuki ustalık fiile harcanan süreyi de zahmeti de azaltan birşeydir.
Bediüzzaman, Yasin sûresinde geçen "Birşeyin olmasını murad ettiğinde, 'Ol!' der, o da oluverir..." ayetini tefsir ederken de bu ustalık bilgisinin işleri nasıl kolaylaştırdığına dikkat çeker:
"Nasıl ki gayet mahir bir san'atkâr, ziyade kolay bir tarzda, elini işe dokundurur dokundurmaz, makine gibi işler. Ve o sür'at ve mahareti ifade için denilir ki, 'O iş ve san'at ona o kadar musahhardır ki, güya emriyle, dokunmasıyla işler oluyor, san'atlar vücuda geliyor.' Öyle de, Kadîr-i Zülcelâlin kudretine karşı, eşyanın nihayet derecede musahhariyet ve itaatine ve o kudretin nihayet derecede külfetsiz ve suhuletle iş gördüğüne işareten 'Birşeyin olmasını murad ettiğinde, 'Ol!' der, o da oluverir...' ferman eder."
Fakat burada bir ayrıma daha ihtiyacımız var. İnsanın ustalığı ile Allah'ın ustalığı elbette aynı değildir. Allah'ı anlamak için hangi teşbihi kullansak onun karşılığını tasavvur ederken 'subhaniyeti' hatırlamak zorundayız. Onun ustalığı insanî kusurlardan ve insanın ustalaşmak için muhtaç olduğu şeylerden münezzehtir. Bence 'subhaniyetin' bir yönü de Mesnevî-i Nuriye'de geçen şu ifadede saklı:
"Vâcibü'l-Vücud, zâtında, mahiyetinde mümkine benzemediği gibi, ef'âlinde de benzemiyor. Çünkü, Vâcibü'l-Vücudun kudretine nisbeten yakın-uzak, az-çok, küçük-büyük, fert-nev', cüz-küll aralarında fark yoktur. Ve keza, Onun fiilinde bizzat mübaşeret yoktur. Fakat, mümkinin kudreti bu derece değildir. Bunun için nefis, Vâcibü'l-Vücudun ef'âlini fiillerine benzetemiyor. Hakikatini fehmetmekte akıl mütehayyir kalıyor. Fiili fâilsiz zannediyor."
Bu kafamdaki şeyin birinci tarafı. Şimdi ikinci tarafını konuşalım. Başta Picasso "Altmış yıl artı beş dakika..." dedi değil mi? Mustafa da 'müşteri psikolojisi'ne uygun hareket etmeyip birkaç saniyede kapıyı açsa ona belki şöyle denilecekti: "Yalnız birkaç saniye için (o zamanın parasıyla) yedi milyon mu?" Mustafa'nın da bu itiraza şöyle cevap verebilme hakkı vardı: "İki yıl artı birkaç saniye..." O yıllarda sanıyorum çıraklığında bu kadar zamanı doldurmuştu. Burada insan psikolojisine dair bir refleksi de yakalıyorum ben: "Daha az bedel ödemek için, bedel ödenmesi gereken şeyi basitleştirme."
Evet, insan bunu çok yapıyor. Aile içi meselelerden tutun iş hayatına, kulluktan tutun siyasete kadar her alanda bunun yansımaları var. Ne zaman ki, birşeye ödeyeceği bedeli fazla buluyor, o zaman o şeyi basitleştirmeye gayret ediyor. Bunu bir kaçış yolu olarak görüyor. Markar Esayan'ın İyi Şeyler kitabında bahsettiği 'bilimsel açıklamaların vicdanî itirazları gideren gücü' bu noktada devreye giriyor ve bam! Rahatlamaya başlıyorsunuz.
Diyelim ki; eşinizin çok önemsediği bir olayı unuttunuz. Yıldönümünü falan mesela. Erkeğin bu konudaki tavrı genelde nasıl olur? "Amaan, yıldönümü işte, miladî takvime göre bir döngü, neden bu kadar önemli olsun?" Fakat kadının bu noktadaki yargısı genelde daha bütüncüldür. O, bu unutuşun aslında daha alttan gelen bir 'önemsememe' halinin tezahürü olduğunu düşünür. Dolayısıyla siz fiili bütünden kopuk bir parça olarak basitleştirirken; kadın, o fiili bir bütünün parçası olarak algılamaya meyyaldir. Bence kadınlarda, bu yönüyle, bütüne bakma temayülü daha fazla.
Hatta ne zamanki erkek bir hata yapıyor, kadınlar genelde geçmişte meydana gelen benzerî hataların tamamını listelemeye başlıyorlar. Hepsini birden hatırlıyor ve hatırlatıyorlar. Çünkü o fiil onların dünyasında 'yalnız bir fiil' değil. Bir bütünün parçası. "Altmış yıl artı beş dakika..." gibi birşey. Hem size birşey diyeyim mi: Bardağı taşıran son damlalar da, genelde, daha evvel özrü dilenmiş yanlışların üzerine düşen son damlalardır. Özür dilemek asla hata bardağını boşaltmaz. Son damlaya kadar zaman kazandırır o kadar.
Siyasi olaylar da böyle. Mesela Roboski'de 34 kişinin katledilişi konuşulurken de '34 kaçakçının öldürülmesinden' tutun 'istihbarat hatasına' kadar savrulan bir basitleştirme/meşrulaştırma psikolojisi içinde ele alındı. Çünkü '34 masum kişinin devlet tarafından bombalanarak öldürülmesi' kolay yüzleşilecek birşey değildi. Fiili basitleştirmek gerekiyordu ki, vicdanı rahatlatacak bir açıklaması olsun. 2009 yapımı The Box filmini izleyenler hatırlar. Orada da karakterler birbirlerini rahatlatmak için şöyle diyorlardı: "Bizim yaptığımız sadece düğmeye basmak." Muhtemelen Japonya'ya atom bombasını atan Paul Warfield Tibbets da yaptığının sadece 'düğmeye basmak' olduğunu düşünüyordu. O sadece 'emir kulu'ydu. Kulun emre direnmeyişi sebebiyle çoğunluğu sivil 140.000 kişi öldü.
Bütün bunlar, beni, Bediüzzaman'ın "Bütün tabiatperest, esbabperest ve müşrik gibi umum envâ-ı ehl-i şirkin ve küfrün ve dalâletin tevehhüm ettikleri şeriklerin namına bir şahıs farz ediyoruz ki, o şahs-ı farazî, mevcudat-ı âlemden birşeye rab olmak istiyor ve hakikî mâlik olmak dâvâ etmektedir..." diyerek başladığı 32. Söz'e götürdü. Bu vekil, rab ve malik olmak istediği şeylere yaklaşırken şöyle cümleler kullanıyordu:
"Siz çok karışık birşey görünüyorsunuz... Böyle serseri gezdiğinden, sahipsiz olduğunu gösteriyorsun... Bu çok büyük birşeydir. Belki içinde bir delik bulup bir yol açarım... Yıldızlar çok kalabalıktırlar. Hem dağınık, karma karışık görünüyorlar... Belki sen sözümü anlarsın. Çünkü sen gayet küçük bir menzil gibi birkaç şeyden yapılmışsın..."
Aslında bu kısım da insanın yanlışını meşrulaştırmak veya vicdanına o yanlışı doğru/mantıklı göstermek için sığındığı şeylerden birisinin 'basitleştirme' olduğunu gösteriyor. Bunu da yine 32. Söz'den ve diğer metinlerden anladığımız kadarıyla parçayı bütünden bağımsız/kopuk göstermekle yapıyor. Parça, bütünden koparıldığında, insana daha kuşatılabilir görünüyor. Halbuki Kur'an'ın şirke karşı bizim dikkatimizi çektiği şey bütünlüğün harikalığı. Mesela Rum sûresindeki şu ayette: "Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir." Bediüzzaman, bu ayeti tefsir ettiği 33. Söz'ün 28. Penceresi'nde bütünlüğün harikalığına şöyle dokunur:
"Otuz İkinci Sözün Birinci Mevkıfında izah ve ispat edildiği üzere, bir zerreden tut, tâ yıldızlara kadar, zerre miktar şirke yer bırakmıyor. Öyle birbirlerine mânen münasebettardırlar ki, bütün yıldızları musahhar etmeyen ve elinde tutmayan, bir zerreye rububiyetini dinlettiremez. Bir zerreye hakikî rab olmak için bütün yıldızlara sahip olmak lâzım gelir. Hem, Otuz İkinci Sözün İkinci Mevkıfında izah ve ispat edildiği üzere, semâvâtın halk ve tesviyesine muktedir olmayan, beşerin simasındaki teşahhusu yapamaz."
Yani arkadaşlar, yalnız başına yaratılmış bir elma yok. Yalnız başına yaratılmış bir Ahmet yok. Yalnız başına yaratılmış bir atom yok. Yalnız başına yaratılmış bir hücre yok. Bütün bunlar, anlamak için basitleştirdiklerimizin/böldüklerimizin tamamı, aslında 'kainat artı o şey.' Elma, kainat artı elma. Ahmet, kainat artı Ahmet. Bu yüzden karşılığında yüksek bir fiyat istendiğinde yan çizmenin bir anlamı yok. Picasso, altmış sene ömrünü vermeseydi sanatına, o resmi beş dakikada yapamazdı. Mustafa, iki sene çıraklık etmeseydi, birkaç saniyede o kapıyı açamazdı. Ve Allah, kainatı ve bütün zamanlara yayılmış kainatları yaratmasaydı, sen o elmayı yiyemezdin. Hiçbir fiil yalnız değildir. Ve bu yüzden Allah Kıyame sûresinde sorar: "İnsan başıboş bırakılacağını mı sanır?" Çünkü yaratılışa dair herşey, herşey artı o şeydir. O şey yalnız değildir.
"SUAL: Tablacı hükmünde olan insanlara bir fiyat veriyoruz. Acaba asıl mal sahibi olan Allah ne fiyat istiyor?
ELCEVAP: Evet, o Mün'im-i Hakikî, bizden o kıymettar nimetlere, mallara bedel istediği fiyat ise üç şeydir: Biri zikir, biri şükür, biri fikirdir."