Prof. Dr. Osman Çakmak’ın yazısı
Okullarımızda eğitimin yanlışlığı ve Bediüzzaman’dan çözüm: Asıl manaya yolculuk
Eğitim dünyamızın hangi felsefi temeller üzerine oturtulduğunu diyebilirim ki kimse sorgulamamaktadır. Ülkemizde eğitim sisteminin bekleneni vermemesi sebebiyle sürekli arayışlar ve uygulamalar gündemde oldu. Çözüm için sürekli “Batılı” ve “taklit” düzeyinde projeler uygulana geldi. Kendi kaynaklarımız bir kenarda tutuldu veya onlardan ancak “aksesuar” düzeyinde istifade edildi. Artık kendi yerli kaynaklarımıza bakma zamanı geldiğini düşünüyorum.
Herşeyden önce bilginin ve eğitimin ne anlama geldiğinin anlaşılması eğitim problemlerinin çözümü için önem taşımaktadır.
Modern bilim anlayışında genelde bilgi üç seviyede değerlendirilir: (1) Malumat seviyesi, (2) anlama seviyesi ve (3) gerçek bilgi seviyesi. “Gerçek Bilgiyi” üç basamakla ulaşılabilen bir hazine olarak değerlendirirsek öğrendiklerimizle beceri sergileyebiliyor, onu hayatımızda yansıtabiliyor ve uygulayabiliyorsak, o zaman “asıl bilgiye” ulaşmış olacağız. Bilginin son bir derecesi daha vardır: İcat seviyesi: Yansıtma düzeyi…. İcat etme ve üretme bu seviyeye ulaşmakla elde edildiğini söyleyebiliriz.
Ülkemizdeki eğitimin okullardaki yanlışlığına gelince; okullarda eğitim bilginin birinci ve basit seviyesi olarak adlandırabileceğimiz “malumat” odaklanmış vaziyettedir. Nedir sorusunun karşılığıdır denilebilir malumat. Testlere dayanan, yorumlama ve araştırma sürecinden uzak şekilde sınav geçmeye dayalı eğitimi bu katogoride değerlendirebiliriz. Ülkemizde eğitimin neden eğitemediğini malumata odaklanması ile açıklayabiliriz.
“Gerçek Bilgiye” ulaşmak için “nasıl” sorusuna ihtiyaç duyarız genelde. İkisinin arasında kalan bir bilgi seviyesinde anlamaya başlarız ve bu basamakta “niçin” sorusunu sorarız genelde. Bilginin ilk iki basamağı“ pasif tepkilere yol açarken, üçüncü seviyedeki bilgiler yönlendirici bir “eylem”le sonuçlanır. İlk iki bilgi türünü daha kısa sürede ve birisini dinlemek veya kitap okumak gibi pasif bir katılımla kazanılabilir.
Tüm bunlar, bilgiyi daha ziyade mekanik ve zihinsel süreçlerde değerlendirerek dar bir boyuta hapsetmektir. Halbuki bilgi dimağ yanında, hayal, vicdan, kalp ve diğer meleke ve ruhi süreçlerden de geçiyorsa ortaya tam ve eksiksiz bir ürün çıkacaktır. Bilgi dimağ fabrikasının bölümlerinden geçerken, fabrikanın her ünitesinde farklı kimlik ve özellikler kazanır ve farklı şekiller alır.
İşte Bediüzzaman hakikat ve hikmet denilen gerçek ve doğruya bilgiye ulaşmak için bilginin dimağ yanında, hayal, vicdan, kalp ve diğer meleke ve ruhi süreçlerden geçmesi ve ilgili fabrikalarda işlenmesi gerektiğini söyler. “Asıl mana” dediği bilginin inanç halini alması için yedi basamaklı bir merdivene ihtiyaç olduğunu söyler. Biz yedi basamağın ayrıntılarını şimdilik bir kenara bırakarak öncelikle “asıl mana” üzerinde duralım.
“Asıl Mana”
Bediüzzaman, göre Mananın mana olması için bilginin geçtiği tabakalardan söz eder. Önce zihne nüfuz edecek (anlama), akıl süzgecinden geçecek ve vicdan onu su gibi içerek orada fikir çiçekleri açacaktır. Bilgi-fikir canlı bir çekirdek gibidir. Şartlar hazırlandığından ondan yeni fikir çiçekleri açacaktır. Muhakemat adlı eserinde bunu şöyle ifade eder. “Zira mukarrerdir: Asıl mânâa odur ki, elfaz onu sımahta boşalttığı gibi, zihne nüfuz ederek vicdan dahi teşerrüb etmekle, ezâhîr-i efkârı feyizyâb eden şeydir (Muhakemat). Vicdan ve makinalarında işlem görmeden ham bir şekilde çıkan fikirler bilimsel bilgi olmaktan uzaktır. Onun için Bediüzzaman hazmedilmeyen bilgi telkin edilmemelidir demektedir. Aynı mealde şu sözü manidardır. Alimi mürşid koyun olmalı kuş olmamalı.
Bediüzzaman ilim ve öğrenme mertebelerinin muhtelif olduğunu ve her tabakanın ayrı hükümleri olduğunu dikkat çeker. Bir fikrin inanç haline gelmesi ve hayata-uygulamaya geçmesi için geçirmesi gereken basamakları şöyle anlatır.
“Dimağda merâtib-i ilim muhtelifedir, mültebise .Dimağda merâtip var, birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif. Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir. Sonra gelir taakkul, sonra tasdik ediyor, sonra iz'an oluyor, sonra gelir iltizam, sonra itikad gelir. İtikadın başkadır, iltizamın başkadır. Herbirinden çıkar bir hâlet. Salâbet itikaddan, taassup iltizamdan, imtisal iz'andan, tasdikten iltizam, taakkulde bîtaraf (tarafsız), bîbehre (nasipsiz) tasavvurda, tahayyülde (hayelde) safsata hâsıl olur, mezcine eğer olmaz muktedir. Bâtıl şeyleri güzel tasvir etmek, her demde, sâfi olan zihinleri cerhtir, hem idlâli.(Lemaat-2004-s:1148).
Şimdi bu ifadeleri biraz açıklayalım: Fikrin ham olarak hayalde yeşerdiği noktada yolculuk başlar ve yedinci istasyonda tam bir ürün haline gelir. Her bir istasyonun ayrı bir hükümü vardır. Her bir yedinci basamağa kadar ilerleyemez. Kaldığı istasyona göre ayrı hüküm giyer ve farklı bir kimlik kazanır.
Bir fikir dimağa yansıdığında akıl onu hemen kabul etmez. Önce hayalin elinde kalır.. Bu tür fikirler daha ileri gitmez ve bu safhada kalırsa safsata doğar. İkinci olarak tasavvur basamağına çıkar. Tasavvur aşamasında netlik yoktur. Bu nedenle, fikirden nasip alamaz. Üçüncü mertebe ise taakkul mertebesidir ki akıl burada fikri- bilgiyi tartmaya ve de akletmeye başlar. Fikrin olur ya da olmazlarını tartar. Bu mertebede akıl tarafsızdır. Üçüncü tabaka olan “taakkul” devresini geçirdikten sonra fikir-bilgi dimağ fabrikasında süzüle süzüle nihayet dördüncü tabakaya ulaşır. Burada “tasdik” makam ve mertebesine ulaşır. Bu safhada, akıl bu fikre taraftar olur. Kararı verir ve tasdik eder.
“Taraftar” makamındadır şimdi. Fikir, çıktığı yolculukta beşinci olarak “iz’an” dediğimiz fikri benimsediği makama gelir. Bu fikir kişinin “benim” dediği ve sahip çıktığı mertebedir. Altıncı mertebede yani “iltizam” denen makamda fikri daha da ileri götürmezse fikir sahibi“ taassupta” kalır. İşte bir çok kişinin benim fikrim deyip tutucu davranarak herkesin kabul etmesini istediği ve de zorladığı mertebe bu aşamadadır.
Fikir itikat mertebesine ulaşırsa kemal noktaya ermiş demektir. Bu noktanın adı salâbettir. Bediüzzaman Risale-i Nur hakikatlerinin bu salâbet-i imaniye mertebesini taşıdığını belirtir. Bu noktada elde edilen fikre taraftarlık sıddikiyet mertebesidir. Ne bildiğini de bilmektedir. Risale-i Nur yolununun bu mertebeye çıkardığını şu ifadelerle açıklar: Bediüzzaman hakikat mesleği olarak tavsif eder. Risale-i Nurlar ilim içinde hakikata yol açmış der.
Risale-i Nur “Yakîn bilgiyi” gündemimize sokar. Gerçek bilgi, derin bilgi yada bilimsel bilgi diyebileceğimiz bilginin kendi içinde üçe ayrılmasıdır bu. ilmel yakîn, aynel yakîn, hakkel yakîn. Nur risalelerindeki, bilginin hangi seviyede olduğunu Bediüzzaman’ın şu ifadelerinden de anlayabiliriz.
“Benden sual ediyorsun: "Neden senin Kur'ân'dan yazdığın Sözlerde bir kuvvet, bir tesir var ki, müfessirlerin ve âriflerin sözlerinde nadiren bulunur? Bazen bir satırda bir sayfa kadar kuvvet var; bir sayfada bir kitap kadar tesir bulunuyor." Ekseriyet itibarıyla öyledir. Çünkü, yazılan Sözler tasavvur değil, tasdiktir. Teslim değil, imandır. Marifet değil, şehadettir, şuhuddur. Taklit değil, tahkiktir. İltizam değil, iz'andır. Tasavvuf değil, hakikattir. Dâvâ değil, dâvâ içinde bürhandır…”
Kalp, İrade ve Nefis
Bediüzzaman ise, insanın akıldan öte, kalp sır letaif vicdan boyutlarını da işin içine katarak bilginin teşekkülü ve doğuşuna yeni tarifler getirir ve yeni anlamlar verir.
Örneğin eğitim bilimleri, bilgi ve eğitimi sadece zihinsel züreçlerle ilgili görür. Halbuki insanın bir de nefis ve ego boyutu olduğu kadar bir de kalbi boyutu vardır. Bugün modern eğitimin insanın bu yönlerinin (kap, irade, nefis vd) göz ardı etmesi ve tanınmaz. Bu yüzden eğitim sadece zihni aydınlatan boyutu ile kalmaktadır.
Örneğin, marifet boyutu taşımayan bilgi nefse fayda vermemekte, ruhi kemalat ve fazilet kazandırmamaktadır. Bediüzzaman, mana-yı harfi yaklaşımı ile mevcudata Sani (Yaratan) hesabın bakmayı ve kainat kitabını okumayı öğretir. Nefsin tabiatında kolay kolay gerçekleri kabullenmemek vardır. Fakat gerçeklerin marifet boyutu ve isbatlı bir şekilde anlatılması nefsi ikna etmekte ve fazilet doğmaktadır..
Modern eğitimin bir boşluğu da iradenin hakkını vermemesi ile ortaya çıkmakta ve eğitimi çıkmaz sokakların içinde kalmaktadır. Eğitim aynı zamanda iradenin de hakkını vermeli ve terbiye etmeli ve kuvvetlendirmelidir. İradesi zayıf olan birisi, her ne kadar ikna ve ilzam olsa da müptela olduğu kötü şeyleri kolay kolay terk edemeyecektir. Böyle birisi, freni bozuk bir araba gibi, alışkanlıklarından vazgeçemeyecek; terbiye-eğitim amacına ulaşmayacaktı. İradesini güçlendiren hayatında yeni bir dönemi başlatacaktır.
Diğer taraftan, Kur'ân-ı Kerimde "Akleden kalbden" bahsedilir. Bu izahla Bedîüzzamân, “Kalpsiz akıl olmaz. Nûr-u akıl kalbden gelir.” cümlesi bu noktaya işaret etmektedir. İşte o ayet: “Yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki, orada olanları "akledecek kalpleri," işitecek kulakları olsun. Ama yalnız gözler kör olmaz, fakat göğüslerde olan kalpler de körleşir (Hacc-22-, 46)”.
Ayette geçen "akledecek kalbleri" olarak geçen cümlenin sonunda göğüslerinde olan kalbleri de körleşir ifadesi ile manevi kalbin idrak merkezi olan basiret gözünün körleşeceğidir. Son zamanlardaki bazı keşiflere göre kalbin de beyni diyebileceğimiz sinir sistemleri bulunmaktadır
Bedîüzzamân kalb ile ilgili şu izahı kalbin beyin üzerindeki etkisinin ne denli önemli olduğuna bir işaret etmektedir. "Kalbden maksat, sanevberî (çam kozalağı) gibi bir et parçası değildir. Ancak, bir lâtife-i Rabbaniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı vicdan, mâkes-i efkârı dimağdır. Binaenaleyh, o lâtife-i Rabbaniyeyi tazammun eden o et parçasına kalb tabirinden şöyle bir letafet çıkıyor ki, o lâtife-i Rabbaniyenin insanın maneviyatına yaptığı hizmet, cism-i sanevberînin cesede yaptığı hizmet gibidir.(İşârâtü'l-İ'câz )"
Kalbde yatan manalara ruha dercedilen irade ses etmekte ve kalbden manalar çıplak olarak fikir ise dimağa hissiyat ise vicdana yansımaktadır. Fikirler kalbden dimağa yansıdığında "akleden kalb" tabiri işlemekte ve dimağa kalbdeki imân ışık vermekte ve dimağdaki fikir nurlanmaktadır. İşte bu fikir dimağda kalbdeki imân ışığı ile nurlandıktan sonra o fikir marifetullah olmakta ve o kişi münevver’ül akıl halini almaktadır. Bunun içindir ki Bedîüzzamân; "Vicdanın ziyası, ulûm-u dîniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.(Münazarat)" diyerek insanın himmetinin akıl ve kalb birlikteliği ile olacağını daha doğrusu "akleden kalb" ile mükemmele ulaşacağını söylemiştir.
Mealen aldığımız şu ifadeler ise, Risale-i Nurlarda insanın çok yönlü anlama ve zeka kapasite ve çeşitlerine hitap edildiğinin açık işareti olmaktadır: “Risale-i Nurlar sair alimlerin eserleri gibi yalnız aklın ayağı ve gözüyle ders vermiyor. Evliyalar gibi, yalnız kalbin keşf ve zevkiyle hareket etmiyor. Mutlaka, akıl ve kalbin birleşmesi ve kaynaşması, ruh ve sair latifelerin, duyguların yardımı ayağıyla hareket ederek tüm zeka ve anlama tür ve mertebelerini kullanarak en yüksek mertebelere ulaşmayı sağlar.”
Eğitimin Asıl sorunu ve Bediüzzaman
Düşünün ki siz bir öğrenme mekanizması ile donatıldığınızı bilmiyorsunuz, beynin nasıl öğrendiğinin, fıtrata dayalı eğitimin nasıl olduğunun farkında değilsiniz, bilgi ve eğitimin ne anlama geldiğinin şuuruna varmamışsınız ve beyin boş bir kutu, bu boş kutuya habire bilgi yığmayı eğitim zannediyorsunuz.
Öğrenciyi sınavlarla zorlayarak ve korkutarak birtakım bilgi zannettiği “malumatı” kavrayabilir ve sorduğunuz zaman da karşılığını verebilir. Ancak , öğrenci kendi içinden, kendi iç özgürlüğünden kaynaklanan bir çıkışla, edinilmiş bir öğrenmeye ulaşamadığından, öğrenme, kimliğinin bir parçası haline gelmeyecek, yani yaşama dönüşmeyecektir. Zihinde bir yama gibi kalan o bilgi büyük bir ihtimalle çok kısa bir süre sonra hafızadan uçup gidecektir. Sınıf geçilmiş, sınavlar verilmiş olsa da…
Eğer ülkemizde eğitimi eğitir hale getirmek istiyorsak elbetteki işe eğitim ve bilginin yeni ve doğru tanımlarını yaparak başlamalıyız. Öncelikle bilginin, cansız ve ölü olmadığının, ondan hayat fışkırdığını ve ona ulaşmanın, erişmenin; bilginin kendisini açmasının, sunmasının şartları olduğunun farkına varmalıyız.