Okumak ve ayinede görmek

Afife ARTIK

Her şey okumakla başlıyor. Önce okumak. İlk adım okumak. Düşünmek, anlamak, anlamlandırmak sonra geliyor. Analiz yapmak, sentez yapmak. Tümden gelmek, tüme varmak. Çıkarımda bulunmak, varsayımda bulunmak. Yorum yapmak veya bir şeye yoramamak. Hepsi ama hepsi okumakla başlıyor.

Varlığı anlamlandırmak nasıl ki varlığı okumakla mümkün ise, kendimi anlamlandırmak da ancak kendimi okumam ile mümkün olabilir. Nasıl ki okumadığımız bir kitap hakkında yorum yapamayız, manalarını anlayamayız, bu kainatı da okumadan anlamını bulamayız. Kendimizi okumadan da kendi anlamımızı bulamayız.

Biz kitap okumakta zorlanıyorduk şimdi nereden çıktı bu okumalar diyebilirsiniz. Ama okumadan olmaz, anlamadan hiç olmaz, anlamlandırmadan da yapamayız. Anlamını bilmediğimiz bir hayatı yaşayamayız.

Bir gayeye hizmet etmeyen işler yorar insanı.

Hedefe götürmeyen araçlar yorar insanı.

Semeresiz çalışmalar yorar insanı.

İşte bu yüzden, yapıp ettiklerimiz anlamlı olsun, hedefe yaklaştırsın ve neticesiz kalmasın için anlamak gerekiyor. Ne yapıyoruz ve ne için yapıyoruz…

Kainatı ve kendimizi okumak öyle çok kolay değil. Görünenin de arkasına bakabilecek göz lazım. Her şeyden önce bir rehber, yol yordam gösteren lazım.

Kendisinin kim olduğunu bilen, ne için işlediğini bilen ve yaratılmış her şeyin ne için işlediğini bilen bir rehber. Tâ ki bize öğretsin bu âlem sarayına nasıl girilir ve nasıl mübaşeret edilir.

Hem bu rehber bütün bu kainatı yaratan ile görüşmüş olsun ve emirlerini bizzat almış olsun. Perdesiz huzurda bulunmuş olsun ki kemâl-i ciddiyet ile davasını duyursun. Hem de o huzurda gözü şaşmamış olsun.

Hem bu rehber öyle olsun ki hayatında hiç yalan söylememiş olsun ve düşmanları dahî onun kemalini tasdik etsin.

Hem bu rehber öyle olsun ki kainatın tüm mevcudatı onu tanısın; ağaçları çağırdığında yanına gitsin, eline aldığı taşlar zikretsin, hayvanlar konuşup onu haber versin… yani her nev mevcudata dair mucizeleri olsun. Parmaklarından sular aksın, elini değdiği maddi ve manevi yaralar anında şifa bulsun. Parmağı ile ayı iki parçaya ayırsın. Güneş, onun hatırı için batmaya giderken geri dönsün…

Şimdi böyle bir rehberin rehberliğini dikkate almamak, ardından gitmemek ve ilmi ondan tahsil etmemek olacak iş mi, aklım var diyenin yapabileceği bir şey mi?

Fahr-i Kainat Efendimiz, peygamberimiz, sebeb-i vücudumuz, ve dahi kainatın sebeb-i vücudu Hz. Muhammed Aleyhissalatü Vesselam rehberimiz ve yol gösterenimiz. Kendini bilen, Rabbini bilen, mahlukatın anlamını bilen İnsan-ı Kâmil. Allah’a yarattığı zerrelerin, zihayatların nefesleri ile çarpımı adedince hamd-ü senalar olsun ki bizi O’na ümmet eylemiş.

Kendimizi ve kainatı okumayı elbette bize en güzel O Aleyhissalatü Vesselam öğretebilir. Ben neyim ve neden buradayım ve nereye gideceğim. Bütün bu sorulara ikna edici cevabı veriyor hem de en büyük mucizesi olan Kur’an ile ders veriyor.

Zaman ve mekan açısından aramıza mesafeler girdi ama O’nun (asm) nesli, İbrahim Aleyhisselam’ın neslinin mazhar olduğu berekete mazhar oldu ve her yüzyılda o mübarek nesilden gelen bir Zât o yüzyıl için temsilci oldu, aynı O’nun (asm) yaşadığı gibi yaşadı ve O’nun (asm) getirdiği dinin o asırda nasıl tatbik edileceğini bize öğretti. Bu vazifeli zâtlar yeni bir hüküm getirmeyip bir nevi tecdid ile vazifeliler. Bu nedenle de müceddid olarak tesmiye ediliyorlar. Her asırda bir müceddid gönderileceğini Efendimiz Aleyhissalatü Vesselam hadis-i şerif ile müjdeliyor.

Bu zatlar adeta büyük camilerdeki müezzinler gibidir. Eğer imamın sesi arka saflara duyulamayacak kadar mekan geniş ise, müezzinler belli aralıklarla dururlar ve imamın söylediği tekbirleri tekrar ederler ki tüm cemaat işitsin ve ona göre hareket etsin. Bunlar sadece imamın söylediklerini tekrar ederler, başka şey demezler. İşte bu müceddidler Efendimiz Aleyhissalatü Vesselam’ın tebliğ ettiklerini bize tekrar eder ve o asrın iktizasına muvafık hareket ederler. Asırlara göre farklı yorumlanabilecek hükümlerin de kendi asırlarında nasıl anlaşılıp uygulanacağını beyan ederler. (Efendimiz Aleyhissalatü Vesselam o asırda bulunsa idi o meseleleri nasıl çözer idi ise onlar da öyle hüküm verirler) Bu yüzden de her asrın insanının kendi asrının müceddidini bulup ona uyması önem arz eder. Zira asrın imamına uymayan, kendi anlayışına veya asrın iktizasınca Kur’an’ı anlayamayan bir başkasına tâbi olacaktır ki bu da yanlış uygulamalara sebep olabilir.

Bu mübarek zatlar, kendi ilim ve anlayışlarına itibar etmezler ve Allah tarafından tavzif edildikleri gibi Allah tarafından kendilerine hususî, vehbî ilim verilir ve ilham ve sünuhata mazhar olurlar. Mana aleminde doğrudan doğruya Efendimiz Aleyhissalatü Vesselam’dan ders alırlar.

Bu zatlar öyle çok gizli değillerdir. Arayan ve araştıran nazarlara kolayca görünürler. Risale-i Nur Külliyatını dikkatle okuyanlar bu eserdeki derslerin ancak ve ancak Kur’andan ve Efendimiz Aleyhissalatü Vesselam’dan alınan bir kudsî ders olabileceğini taktir ederler. Saff-ı evvel talebelerin Üstadlarına yazdıkları çok mektuplarda pek çok hüccetler de zikredilmiş hususen 15.Şuanın sonunda gelen ilk mektub çok zahir şekilde Bediüzzaman Hazretlerinin son müceddid olduğunu beyan etmiş. Yine lahika mektuplarında bunu gösteren çok mektuplar var. Fakat kimse sadece onlar dediği için bunu kabul etmek durumunda değil. Sadece mesela ism-i Kayyum’a ait bahsi dikkatle okusa veya Miraç Risalesini veya..hangisini desek olacak galiba...ve bu dersin nereden gelebileceğini düşünse, hele de Kur’an’a ve hadislere âşina bir nazarı var ise doğrudan Efendimiz Aleyhissalatü Vesselamdan dinler gibi dersini alabilir ve Kur’an-ı Kerim’in bir dersidir kolayca diyebilir.

Evet, okumaktan geldik buraya. Kendimizin ve kainatın anlamını bulmadan anlamlı bir hayat yaşayamayız. Kendimizin ve kainatın anlamını bulmak için kendimizi ve kainatı okumalıyız ve bu okumayı nasıl yapacağımızı da elbette Kur’an ve Efendimiz AlehhissalatüVesselmdan öğrenebiliriz. Başkalarını kılavuz kabul edenlerin çok zeki de olsalar hayatın gerçek anlamını bulamadıklarını tarih kaydetmiş. Risale-i Nur ve Bediüzzaman Hazretleri ise Kur’an-ı Kerim ve Efendimiz Aleyhissalatü Vesselam’ı tam gösterir bir ayine olmuş. Kendine ait bir rengi ve ayrı bir üslubu olmayan saf, katışıksız, halis muhlis bir ayine.

Barla Lahikasının on dokuzuncu mektubu olan Hulusî Ağabey’in mektubundan bir alıntı ile tamamlayalım: "Fakat ne çare ki, iğtinam edebildiğim kısacık vakitlerde zihnimi safîleştirip Nurların karşısına, dolayısıyla Kur'ân'ın mucizeleri mecmuasına ve aziz, muhterem Üstadımın medresesine ve ol Seyyidü'l-Kevneyn Peygamberimiz Efendimiz (a.s.m.) Hazretlerinin ravza-i saadetlerine ve nihayet Rabbü'l-Âlemîn Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin huzur-u lâmekânîsine çıkıyorum. Bu sebeple cidden "O Nurlarla iştigal etmediğim zamanlar, keşki enfâs-ı ma'dude-i hayattan olmaya idiler" diyorum."

 

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (1)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.