İyi bir semtte oturuyorum. Hani bazılarının zengin muhit dedikleri gibisinden.
Bazen aynı insanlar, aynı yüzler, aynı mevzulardan zevk almaz olurum.
İçim sıkılınca atlayıp arabama, Bursa'nın mütevazı mahallelerinden birine gidip, ya oradaki bir parkta oturuyorum. Ya da ufak camilerinden birinde soluklanıyorum.
Yine daralıp, kendimi attığım bir gündü. Parktaki banklardan birinde oturdum. Elimdeki simidi yerken, etrafımdakileri seyre koyuldum.
Az sonra bir anne-kız geldi. Belli ki yorulmuşlardı. Yanımdaki banka oturdular. Bir süre suskun durdular. Neden sonra kız sordu:
"Anne kirayı ödedikten sonra ne kalır elinde?"
"Bir kaç yüz kalır herhalde."
"O zaman bu ay alamayız değil mi o montu?"
"Alamayız kuzum."
"Napalım. O zaman ben de, ördüğün hırkayı giyerim yine. Paramız olunca alırız ama değil mi?"
"Alırız inşaallah."
Sustular yine.
Yeni farketmiş gibi selâm verdim. Gülümsedi kadın. Poşetteki simitlerden birini uzattım kıza.
"Al yavrum. Fazla almıştım. Sana kısmetmiş."
Annesine baktı. Anne al der gibi başını sallayınca aldı.
Sohbeti derinleştirdim. Kadın evlere temizliğe gidiyormuş. Aslında iyi kazanıyormuş ama, belini kira büküyormuş. Kazancının neredeyse yarısını kiraya verince, idare etmekte zorlanıyormuş. Eşi başka bir kadın için bunları terk etmiş. Bir de oğlan varmış, sekizinci sınıfa giden. Kız ondan bir iki yaş ufak.
"Bak" dedim kadına. "Ne sen beni tanırsın, ne ben seni. Buraya kafamı dağıtmaya gelmiştim. İstemeden de olsa az önce konuşmalarınıza kulak misafiri oldum."
Mahcup ve üzgün yere baktı kadın.
Devam ettim usulca ve adeta rica ederek.
"Babamın vefat yıldönümü. İçimde sakladığım kırgınlıkların, kızgınlıkların, sitemlerin, soruların, hasretin yükünü atabilmek için kendime bir iyilik yapmak istiyorum. Allah'ın bana nasip ettiği imkânların şükrü olmasını umarak, kızına o montu ben almak isterim"
"Nasıl olur abla?" dedi.
"Bal gibi olur" dedim.
Dün kuyumcunun hediye ettiği mini cüzdana, mont tutarının hayli üstünde olacağını tahmin ettiğim miktarı koyup uzattım kadına.
Aramızda geçen sonraki diyaloğun tamamını yazmama gerek yok. Ama; işimi sordu kadın. Yazar olduğumu öğrenince kitaplarımdan konuştuk. Sözü döndürüp dolaştırıp Risale-i Nurlara ve Bediüzzaman'a getirdim. Yazarlığımın kaynağının onlar olduğunu anlattım.
"Bilgili birisiniz" dedi.
"Birşeyler bildiğimi düşünüyorsanız bu benden değil. Okuduklarımdan" dedim.
"Okumak isterim" dedi. Hem sizi, hem bahsettiğiniz o kitapları.
Dernek etkinliklerinde, imza için gerekir diye odamda tuttuğum kitapları bir gün önce almış, bağaja koymuştum.
Demek bu gün için beklemiş kitaplar. Tevafuktaki hikmete hayret edip, kitapları verdim.
Hizmet için zaman ve zemin aramaya gerek olmadığını yine hatırlamış oldum.
İçimdeki sıkıntıyı, gönül yorgunluğunu, kalp sıkışması, ruh daralmasını o parkta bırakıp, mutlu-mesut eve döndüm.
Eskilerin "Tebdili mekanda hayır vardır" sözünü bire bir yaşamış olmak düşüncesiyle, bizi boş konuşmaktan alıkoyan Nurları daha çok okumak kararını yeniden aldım.