Bismillahirrahmanirrahim
Cenab-ı Hak (c.c), Hûd Sûresi 84-88. ayetlerinde meâlen şöyle buyuruyor:
84 . Medyen (kavmin)e de kardeşleri Şuayb’ı (gönderdik). Dedi ki: “Ey kavmim! Allah’a ibâdet edin; (*) sizin için O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Artık ölçüyü ve tartıyı eksik tutmayın; şübhesiz ki ben, sizi bir hayır (bolca ni‘metler) içinde görüyorum ve doğrusu ben, sizin üzerinize (gelmesi pek muhtemel ve sizi) çepeçevre kuşatıcı (helâk edici) bir günün azâbından korkuyorum.”
85 . “Ey kavmim! Ölçüyü ve tartıyı adâletle tutun! İnsanlara eşyâlarını eksik vermeyin ve yeryüzünde ifsâd edici kimseler olarak bozgunculuk yapmayın!”
86 . “Eğer mü’min kimseler iseniz, Allah’ın bıraktığı (meşrû‘ olan kâr) sizin için hayırlıdır. Ben de sizin üzerinize (her fesâdınıza mâni‘ olacak) muhâfız değilim. (Vazîfem ancak tebliğdir!)”
87 . Dediler ki: “Ey Şuayb! Atalarımızın tapmakta oldukları şeylerden, yâhut mallarımız hakkında ne diliyorsak yapmaktan vazgeçmemizi, sana namazın mı emrediyor? Şübhesiz ki sen, hakîkaten yumuşak huylu, aklı başında bir kimsesin!”
88 . (Şuayb) dedi ki: “Ey kavmim! Söyleyin bakalım; ya Rabbimden apaçık bir delîl üzerinde isem ve beni tarafından güzel bir rızık ile rızıklandırmışsa? Sizi kendisinden men‘ ettiğim şeyler husûsunda (siz onlardan sakınırken) size muhâlefet etmeyi (onları kendim yapmayı) istiyor da değilim. (Ben) ancak gücümün yettiği kadar ıslâhetmek istiyorum. (**) Muvaffakiyetim ise ancak Allah(’ın yardımı) iledir. (Ben) yalnız O’na tevekkül ettim ve ancak O’na yönelirim.”
(*) “İbâdet, dünya ve âhiret saâdetlerine vesîle olduğu gibi, maâş ve maâde, yani dünya ve âhiret işlerini tanzîme (düzenlemeye) sebebdir ve şahsî ve nev‘î kemâlâta (ferdin ve insanlığın olgunlaşmasına) vâsıtadır ve Hâlık ile abd (yaratıcı ile kul) arasında pek yüksek bir nisbet ve şerefli bir râbıtadır (bağdır). (...) Cemâat-i insâniye, çalışmalarının semerelerini (netîcelerini) mübâdele etmekte (karşılıklı değiştirmekte) adâlete muhtaçtır. Lâkin her ferdin aklı, adâleti idrâkten âciz olduğundan, küllî (büyük) bir akla ihtiyaç vardır ki, ferdler, o küllî akıldan istifâde etsinler. Öyle küllî bir akıl ancak kānun şeklinde olur. (...)
Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine ve nehiylerine (yasaklarına) itâat ve inkıyâdı (bağlanmayı) te’sîs ve te’mîn etmek için, Sâni‘in azametini (herşeyi san‘atla yaratan Allah’ın büyüklüğünü) zihinlerde tesbît etmeye (yerleştirmeye) ihtiyaç vardır. Bu tesbit de ancak akāid ile, yani ahkâm-ı îmâniyenin (îmânî hükümlerin) tecellîsiyle (ortaya çıkmasıyla) olur. Ahkâm-ı îmâniyenin takviye ve inkişâf ettirilmesi de (iyice anlaşılması) ancak tekrâr ile teceddüd eden (yenilenen) ibâdetle olur.” (İşârâtü’l-İ‘câz, 131-132)
(**) “Bazı peygamberler gelmişler ki, mahdud (sınırlı) birkaç kişiden başka kendilerine ittibâ‘ edenler (tâbi‘ olanlar) olmadığı hâlde, yine o peygamberlik vazîfe-i kudsiyesininhadsiz ücretini almışlar. Demek hüner, kesret-i etbâ‘ (tâbi‘ olanların çokluğu) ile değildir. Belki hüner, rızâ-yı İlâhîyi kazanmakladır.” (Lem‘alar, 20. Lem‘a, 159)