Şimdi şöyle bir düşünelim; kudretli bir el, bebeklerden birini anne rahminden alıp, dünyaya getirse. Belli bir süre zarfında dolaştırsa. Ona dünyadaki nizamı ve güzellikleri gösterse, nimetlerden tattırsa, daha sonra da tekrar özenle geldiği yere bıraksa. Kısa süre de olsa anne rahmindeki ikiz kardeşi elbette onun yokluğunu hissedecek ve geldiğinde de ona “Nerede olduğunu ve neler yaptığını” soracaktır.
İkiz kardeşin vereceği cevabı aşağı yukarı hepimiz tahmin edebiliyoruz. Peki diğer kardeş bu söylenenlere inanabilecek mi? Elbette ki hayır. Çünkü o kendine dünya olarak sadece içinde huzurla yaşadığı anne rahmini biliyordu. Yaşadığı anne rahmi dışında dağların, denizlerin ovaların, gökyüzünün, hakeza dünyanın bütün güzelliklerinin kardeşi tarafından ona anlatılması, onun açısından elbette ki inanılacak bir durum değildi.
Dolayısıyla ikiz kardeşin, kardeşinin anlattığı ve yaşadığı dünya ile hiçbir benzerliği olmayan yeni bir dünyayı kabullenmesi hayli zor olacaktı. Nasıl ki, insanoğlunun ölümünden sonra onu bekleyen ebedi hayatı kabullenmesindeki zorluklar gibi, o da aynı sıkıntıları yaşayacaktı. İnsanın görmediği bir dünyaya inanması hayli zordu. Bizler görmediğimiz ahiret yurdunu, Kur’an’ın ve Peygamber Efendimizin tanıttığı kadar biliyoruz. Onun için “ahirete iman,” imanın altı şartından biri olarak getirilmiştir.
Bu arada annenin doğum vakti yaklaşmıştı. Zaman geçirmeden doktora kontrole gittiler. Doktor müjdeli haberi verdi: ” Çok kısa zaman sonra doğum normal olarak gerçekleşecek!”
Doğum sancıları başlamıştı bile. Her şey normal gidiyordu. Endişe edilecek bir durum yoktu. Anneyi derhal hastaneye yatırdılar. Bebekler ise, biraz sonra doğum anında kendilerine acı verici hadiseyle karşılaşacaklarını bilmeden, o sıcacık huzurlu ortamın tadını çıkarıyorlardı. Aynen insanların, ölüm vaktini bilmeden yaşamaya devam ettikleri gibi. Bebeklere doğum vakti nasıl ansızın geliyorsa, İnsanları da ölüm öylece habersiz yakalıyordu.
Biraz sonra olacak doğum, sadece anneye değil, bebeklere de acı ve sıkıntı verecekti. İnsanlar da böyle değil miydi? Dünyaya veda edecekleri ölüm anını hiç hesaba katmadan, hayatlarına devam etmiyorlar mıydı? Onlar dünya işlerine korkusuzca devam ederken, ölüm onları ansızın yakalıyordu.
Anne karnında yaşadıkları dokuz ay boyunca doğrudan hava ile tanışmamışlardı. Doğumun akabinde saniyeler içinde nefes almaları gerekecekti. Daha çok taze olan akciğerler, alınan havanın tesiriyle bir takım zorluklarla karşılaşacaktı. Doğumdan sonra akciğerlerin anında çalışmaya başlamasındaki sırrı çözmek de hayli zordu. Her varlık gibi, nefes alıp- vermek bütün akciğerlerin fıtri duaları mıydı? Her nefes alıp verdikçe, Allah’ı zikir mi ediyorlardı? Bunlar sırrına eremediğimiz sorulardı.
İşte hayatın en önemli şifreleri burada saklıydı. Ana rahminde nefes almak ihtiyacı hissetmeden kandaki oksijenle yaşayan bebek, doğumdan sonra nefes alması gerektiğini nereden biliyordu. Bu reflekse nasıl sahip olmuştu. Demek ki yaradılışta kalbe ilk hareketi ve ilk enerjiyi veren kudret, aynı hareket ve enerjiyi ciğerlere de veriyordu.
Nihayet hayat mucizesi dediğimiz biri kız diğeri erkek iki bebek, Yüce Allah’ın “Hay” isminin en büyük tecellilerinden biri olarak doğmuşlardı. Onlar artık dünyalı olmuşlardı. Tabiri caizse Anne rahminde ölüp, dünyada dirilmişlerdi. Zamanı gelince de anne rahmini terk ettikleri gibi, dünyayı da terk edip, önce kabir, sonra mahşer, sonra da ahiret yurdunun mensupları olacaklardı.
“İnsan görmez mi ki, biz onu bir damla sudan yarattık. Bir de bakıyorsun ki, apaçık düşman kesilmiş” ayeti, bu muhteşem mucizeyi ve harika sanat eserini ne güzel de anlatıyordu. Aklı olan bir insanın, böyle mükemmel bir sanat eserinin önünde secde etmesi gerekmez miydi?
İnsan şu kâinat içinde pek nazik ve nazenin çocuğa benzer. Zaafında büyük bir kuvvet ve aczinde büyük bir kudret vardır. Yeni doğmuş bebeklerde ve yavrularda olduğu gibi, o zaafın kuvvetiyle ve aczin kudretiyledir bütün kâinat onun hizmetinde olur. Eğer insan zaafını anlayıp, haliyle ve diliyle dua etse, aczini bilip, kendisini yaratan yüce kudrete sığınsa, istek ve arzularına muvaffak olur. Bütün gayeler onun emrine verilir. Şahsi kabiliyeti ve gücü o duanın vergisi bile olamaz.
İnsan denen bu en mükemmel varlığın, kendisine verilen aklın yanında, onlarca his ve duyguyla birlikte acizlik ve fakirlik de beraberinde verilmişti. Şimdi ise, bu muhteşem mucizeyi inşa eden kuvvet ve kudret, başlangıçta tek hücreden ibaret olan bu yavruları anne kucağına tatlı birer bebek olarak sunmuştu. Hamilelik süresince bebekleriyle duygusal irtibatta olan anne, şimdi onlarla yüz yüze öperek ve koklaşarak irtibat kuruyordu. Bebekler ise, daha ilk günden annenin kokusunu alarak, ona bağlılıklarını geliştiriyorlardı.
Fakat ne gariptir ki; anne karnında bir avuç yere sığan insan, dünyaya sığamıyordu. Sonunda ise bir metre karelik yer bile ona bol gelecekti. İnsanoğlu neden böbürlenir anlaşılmaz! Doğumu bir damla su, ölümü bir avuç topraktı. Gururu bırakıp, acizliğini ve çaresizliğini anlayabildiği ve malikini tanıdığı ölçüde vazifesini bilebilirdi. İşte o zaman dünyaya niçin geldiğini anlayabilirdi. En büyük kazancı da bu olurdu.
Doğum anının kargaşası, heyecanı geçmiş, anne ile yavrular ilk defa göz göze gelmişlerdi. Annenin yüzündeki gülümseme, sevinç gözyaşlarıyla tamamlanmıştı. Bebeklerini kucağına almanın verdiği huzur ve mutlulukla mırıldandı:
”Yüce Rabbim, dualarımı kabul ettin, sana ne kadar teşekkür etsem kâfi gelmeyeceğini biliyorum. Yine de dilimi duadan eksik etmiyorum. Bu güzel yavrular, doğumda çektiğim acıları bana unutturdular. Sana sonsuz şükürler olsun”
İnsanların vücudu en fazla kırk beş birim acıya dayanabilmelerine karşı, kadınlar, doğum yaparlarken elli yedi birime kadar acıya dayanabiliyorlar. Bu acı aynı zamanda yirmi kemiğin kırılmasına bedeldi. İşin içine biraz da duygu ve şefkati katarsak, annelere ne kadar çok sevgi gösterilmesi ve hürmet edilmesi gerektiğini, onların, ayaklarının altının öpülecek yüce varlıklar olduğunu daha iyi anlamamız gerekmez mi?
Bebeklere de anne kucağı sıcacık ve yumuşacık gelmişti. Göz göze geldiklerinde annelerinin güven verici simasına baka kaldılar. Doğumdan önce akmayan süt çeşmesinin, doğumla beraber akmaya başlaması, bilemediğimiz muhteşem sırlardan biriydi. Yoksa bebeklerin fıtri duaları neticesinde Yüce Allah’ın rahmet hazinesinin masum bebeklere bir ikramı mıydı? Evet, aynen öyleydi.
Anne hamile kaldıktan sonra anne rahmi, hormonlardan yardım istiyordu:
“Bende iki küçücük misafir var. Yavaş yavaş büyüyecekler, dokuz ay sonra dünyaya gelecekler. Doğdukları an beslenmeleri için süte ihtiyaçları olacak. Şimdiden tedbirinizi alın” mı?” diyorlardı, bilemiyoruz.
Hormonlar, derhal faaliyete geçerek süt çeşmesini bebeğin doğumuna hazırlıyorlardı. Hepimiz biliyoruz ki; bu mucizelerin arkasında bir gerçek vardı ki, o da “Rezzak” ismi gereğince, bütün bu marifetler hakiki rızkı veren zatın eseriydi.
İnsan olsun, hayvan olsun, bir canlının en güçsüz ve korumasız olduğu an, doğum anıydı. Rezzak-ı Zülcelâl o güçsüz yavruların fıtri dualarını kabul edip, rızıklarını annenin göğsüne taktığı süt çeşmesinden akıtıyordu. Bebeklerin ikiz olmasıyla, anne göğsünün iki tane olmasının hikmeti şimdi daha iyi anlaşılıyordu.
Peygamber Efendimizin sütannesi Halime, onu alıp köyüne götürdüğünde, evde kendisinin Şeyma isimli bir kız çocuğu daha vardı. O çocuk, annesinin sağ memesini hiçbir zaman emmemiş, sütkardeşi Efendimize bırakmamış mıydı? İkiz bebeklerde aynen öyle annenin göğüslerini paylaşarak emmeye devam ettiler. Onlara bu emme refleksinin verilmesi de ayrı bir sır olarak yerini koruyordu.