Ölüm şerbeti

Tülay KARATEKİN

1993 yılda babaannemin son nefesini verdiği koltukta sapasağlam oturuyorum. Birden geliverdi aklıma. Gece geç saatte kaybetmişiz, babam hep ölüm anını şöyle anlatır: “Aniden gözlerini karşıdaki köşeye duvarla tavanın birleştiği yere dikti, gözleri telaşla ve ürpertiyle büyüdü” der. Aynı yerde şu an oturuyor ve gözlerimi aynı köşeye dikiyorum, neler hissettiğini ve ne gördüğünü anlamaya çalışarak. Hatırlıyorum da ne boğucu yıllardı doksanlar… Boğucu garip bir rehavetin üzerimize çöreklendiği sıkıntılı yıllar. Sadece bizim evin değil tüm ülkenin üzerine çökmüş bir kara bulut vardı sanki. Krizler, yokluk, pahalılık ve tabii ki ölü bir yönetimdi bunun sebebi. Gitsin ve geri gelmesin o günler…

Bendeniz ise o yıllarda, annesinin saçlarını tam tepesinde sıkı sıkıya topladığı küçük bir ilkokul üçüncü sınıf öğrencisiydim. Allahım, hatırlıyorum da öyle sıkı, derli toplu bağlardı ki saçımı, gece uyumadan önce tokamı çıkardığımda başım ağrırdı. Düşünün artık. Gözlerim çekikleşir, küçük Çinli bir çocuk oluverirdim.  İşte o yıl yüzleştim ölümle ben. Abartmıyorum öyle korkardım ki koca dut ağacına çıkıp lezzetli karadutları toplarken öleceğim diye ağladığım günü çok net hatırlıyorum. Komik gelebilir evet çünkü ben de şimdi düşündüğümde gülüyorum halime. Her ne kadar çocukluk olsa da ölümün ilk kıvılcımlarının ruhuma düşüşünü göstermesi bakımından benim için önemlidir bu hatıra.

İki binli yılların on birinde,  ayların en sıcağı olan Ağustosun orta yerinde, günün en sevdiğim saatleri olan geceye bürünme zamanına adım adım yaklaştığımız beş civarlarındayım. Bu günümü ve gecemi tamamen ÖLÜM’e ayırdım dostlar. Çok şanslıyım; çünkü tüm ruhum, bedenim hatta hücrelerimle yaşadığımı derin derin hissediyorum. Şanslıyım çünkü henüz nefes alıyorum. Alıyorum, veriyorum. Al, ver, al, ver…

Evet, yerimi ve konumumu belirlediğime ve de yaşadığımdan emin olduğuma göre artık bu günümü ve gecemi tefekkürüne ayırdığım esas meselemizi konuşabiliriz. Benden çok korkanı yoktu ölümden. Allahım bir çukura koyacaklar, yalnız bırakacaklar, böcekler haşereler saldıracak, etlerim lime lime edilecek, kemiklerim ufalanacak. Ürkütücü değil mi?

Mezarlıkların yanından bile geçmeye korkar; o küçücük tepeciklerden fışkırmış kol bacak kemikleri göreceğim diye rahat rahat seyredemezdim bile. Çocukluğum zihnimin arka planında sürekli bu fikirle mücadele etmekle geçti. Lise yıllarında defterimin bir köşesine not aldığım Montaigne’in bu güzel deyişi tam da bugün yeniden çıktı karşıma:
“Doğan her bebek, açılan yeni bir mezardır.”

Doğmuşsan mutlaka öleceksin diyor, kaçınılmaz son. Zaman geçtikçe bu çocuksu telaşlardan kurtuldum. Ölümün nasıl doğmak kadar normal karşılanacak bir gerçek olduğunu kavradım. Zorlu bir sınavdı kabul ediyorum. Hiç şüphesiz insanoğlunun en zengininin de en bilgilisinin de yegâne kilitlendiği noktadır ölüm. Niye mi; çünkü çaresi yoktur bu derdin. Çünkü saklambaç oynayan çocuklar gibi  “Ben en gizli bölmeye saklanırım, beni bulamaz ki” deyip şirinlik yapma şansınız yoktur ona.

Herkes istedi sonsuza kadar bildiği, alıştığı dünya düzeninde eşiyle, dostuyla yaşamak âlemin nimetlerinden doyasıya tatmak. Cehennem gibi korkutucu, heyulalı, bilmediği bir seçeneğin olduğu yere gitmeyi kim ister ki? Uğraştı âdemoğlu kurtulmak için yok olmaktan. Bocaladı durdu. Bizden öncekiler de çok istedi. Bu tez üzerinde hiç merak etmeyin milyarlarca insan çalıştı. Bakın koca İskender’e ta nerelerden kalkıp yollara düştü Ab-ı hayat uğruna. Kimileri altınlı, yakutlu hazineler; kimileri ise otlu, böcekli ilaçlar sundu avuçlarına.  Sonuç? Yine hüsran yine hüsran.

Kırmızı, paldır küldür ilerleyen, tozu dumana katan bir otobüs canlanıyor gözümde... O otobüs gün gelecek en zenginini de alacak duraktan, en fakirini de… Sağlıklısını da alacak, hastasını da… Ve tabii ki siz en güzeller ve en yakışıklılar yoksa siz kurutulabileceğinizi mi sanıyorsunuz o çukurdan? Hey hat! O otobüs var ya o otobüs dur durak bilmeden dolanıp duruyor dünya üzerinde. Farkında mısınız bilmiyorum ama hanenizde ne kadar nefes alan varsa o kadar durak yapacak işte kapınızda.

“90 doğumlu Âdem oğlu Kara, sen çok çalıştın dünya üzerinde bolca para biriktirdin, yemedin içmedin zengin oldun. Hadi yırttın, geç kenara ölüm sana uğramayacak.”
“Sen filancanın kızı sen de çok iyilik yaptın dünyadan bir melek eksilmesin o yüzden sonsuza kadar yaşam vaat edildi sana.” Müjdeler olsun! Yok, böyle bir şey. Hiçbir kitap da yazmaz bu.

“Her canlı mutlaka ölümü tadacaktır.”
 
Bu cevap bize de bizden sonrakilere de yeter sanırım, yüce bir adalet örneği. Gerisini siz düşünün artık her canlı, yaşayan her varlık ölecek… Tatmayan kalmayacak bunu, müthiş bir eşitlik tablosu.  İşte size katıksız, açık bir gerçek.

Dünya gözüyle görebildiğimiz salt gerçeğe bakalım biraz da. Nefes çekiliyor, can dediğimizin yerinde et ve kemik yığınından başka bir şey kalmıyor. Ne bir hareket ne de bir ses… Bütün organlar saat gibi çalışırken aniden pili gitmiş gibi duruyor. Sonra alıyorlar o et ve kemik yığınını etrafa pis kokular yaymasın ve morarıp, karasinekler etlere üşüşmesin diye kazdıkları bir çukura atıveriyorlar. Üzerini de iyice toprakla kapatıyorlar ki itler, çakallar ete ulaşıp cesedi çıkaramasınlar diye. Salt gerçeğiyle gördüğünüz ölüm bundan ibarettir.

Hayatın bu şekilde sonlandığını sanan insanoğulları var aramızda. Sonrası yok diyorlar. Var olduğunu zannettiği bedeni bir çuval gibi çukura gömüyorlarmış ve her şey son buluyormuş. Peki ya ruh ne oluyor nereye gidiyor? Diyorum. Özgürlüğüne kavuşuyormuş kuşlar gibi güya uzayda dolanıp duruyormuş başıboş! Ee sonuç? Dünya üzerinde yaşadığı onca güzellik, yaptığı onca fenalık, çirkeflik ne olacak diyorum. Cevaplar kaçamak. Yani demek istediğim şu ki; zalimlerin yaptıkları zulümler yanlarına kar; yapılan iyilikler mükâfatsız mı kalacak? O büyük yüzleşme olmayacaksa herkesin günlük güneşlik bir hayat sürmesi gerekmez miydi? Bir amaç yoksa neden yaşıyorum ki? Böyleyse işte asıl o zaman korkmalı insan ölmekten. İnanın bu olguyu ne aklım ne de ruhum kabullenebilir. İmkansız.

Özellikle ruhumun öyle başıboş kalacak kadar değersiz olduğunu sanmıyorum. Ben değerliyim. Ben, bende taşıdığım can itibariyle değerliyim. Ne diyor çağları aşan sesiyle şair:
“Hoşça bak zâtına kim zübde i âlemsin sen
Merdüm i dîde i ekvân olan âdemsin sen”

Sen, ben, biz bu beyiti okuyan, okumayan; bilen bilmeyen her insan bu âlemin gözbebeğidir diyor. İşte sırf bu yüzden, sırf bu sebeple zatına hoş bir gözle bakmalısın diyor insanlığa. Değerinin farkına var artık diyor. İnsan o kadar değersiz değildir ki bir çukura atılıp sonsuza kadar yokluğa mahkûm olsun. Ya da ruhunu salıp göklere sonsuza kadar başıboş dolansın. Büyüyü bozmadan devam:

“Ölüm bize ne uzak bize ne yakın ölüm
Ölümsüzlüğü tattık, bize ne yapsın ölüm”

Bana göre ölüm gerçeğinin özüdür bu dizeler. Ben zaten ölümsüzlük şerbetinden almışım nasibimi, ölüm dediğin o çukur bana ne yapabilir ki… Sözü fazla uzatmayalım ki tadı zihinlerde kalsın bu dizelerin… Ruhunuzda demlendirin benim gibi…

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (3)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.