Yüzde 99’u Müslüman olan bu ülkede yeterince ve iyi bilinmeyen önemli bir kavram vardır:
“İman kurtarmak!”
Yaygın olan ve son derece hatalı bir düşünce ise şudur:
“Bizde nasılsa iman var ve cehenneme girsek bile sonunda oradan çıkıp cennete gireceğiz.”
Ancak ne yazık ki içinde bulunduğumuz durumun gerçekliği, çok daha farklı ve dehşetlidir. Yukarıdaki ifade, ancak imanla kabre girenler için geçerli olabilecek bir ifadedir.
İman etmiş olmak, o imanın ölüm anında sizinle beraber kabre gireceği anlamına gelmemektedir.
Çünkü mevcut iman, kaynağını ailevî ve toplumsal bir taklitten alıyorsa ve araştırmaya, delile, kesin bir bilgiye dayalı sağlam bir iman şekline çevrilmemiş ise, dinin bizden istediği şekilde bir imanın varlığı iddia edilemez. Böyle taklit kaynaklı bir imanı, hele de yaşantıya dönüştürülmeyen bir imanı muhafaza etmek ve kurtarmak garantisi yoktur ve bu zamanda çok zordur.
Zaten öyle olduğu için Bediüzzaman, zamanın imanı kurtarmak zamanı olduğunu, toplumun kalp hastalığının dindeki zaafiyetten kaynaklandığını ve ancak bunu takviye etmekle sıhhat bulabileceğini tespit etmiş ve bütün hayatını imanı kuvvetlendirmek ve kurtarmak hizmetlerine adamıştır. Peygamberimiz, can çekişme anında şeytanın akla şüphe vereceğini ve bu surette imanı çalmaya çalışacağını beyan etmiştir. İmanın makbul ve gerçek bir iman olması için, kesinlik ifade etmesi ve delile dayanması gerekmektedir. Yaşantı olarak ortaya koyulması da, o imanın insanı kurtarabilecek bir kıvama gelmesi için önemli yardımcılardandır.
Örneğin, son nefeste imansız gitmeye sebep olduğu rivayet edilen birçok maddeden bazılarını örnek olarak yazalım: Namazı terk etmek, zina, içki, kumar gibi büyük günahlarda ısrar etmek ve tevbe etmemek, imansız gitmekten korkmamak ve zayıf bir imana sahip olmak. Olayın bu dehşetli boyutunu öğrendiğimde, bu işin şakasının olmadığını ve bu konuyu çok ciddiye alarak etrafımızdaki insanlara bunu mutlaka haber vermemiz gerektiğini düşünmüştüm. Sizce de öyle değil mi?
Risale-i Nur’un 11.Şua’sı olan Meyve Risalesinin 4.meselesinde, herkesin iman karşılığında, içi saraylarla donatılmış dünya kadar bir ebedî mülkü ve hayatı kazanmak veya kaybetmek davasının başına açıldığı ve iman vesikasını sağlam elde etmediği takdirde kaybedeceği bahsedildikten sonra, bu asırdaki bilim kaynaklı inkârın ve maddeci felsefenin herkesin aklına imanî konularda şüpheler vermesiyle, çoğu insanın bu önemli davayı kaybettiği ifade ediliyor.
Hatta, kabirde vefat edenlerin durumlarını manevî keşifle görebilen bir evliyanın, bulunduğu yerde ölen kırk kişiden sadece birkaç tanesinin o davayı kazandığını, ötekilerin kaybettiğini gördüğü aktarılıyor. Davanın kaybedilmesinden kastedilen, ölüm anında imanını kurtaramadan, imansız olarak kabre girmek ve dolayısıyla bir kâfirden farksız bir şekilde ebedî kalmak üzere cehenneme girmek. Netice bu kadar dehşetli. Bu rivayetle ilgili sonraki yıllarda bahsedilen kırk kişinin namaz kılıp kılmadıkları Bediüzzaman’a sorulduğunda, o kırk kişinin, beş vakit namazlarını kılan, cami cemaatinden kişiler oldukları bilgisi alınıyor. Bu cevap, tüylerimizi diken diken etmeli. Bahsi geçen risale, 1940’larda kaleme alınmıştı ve o zamandan bu zamana manevî hayatın ve imanın ne derece zayıfladığını siz tahmin edin. Bu olayı aktaran Bediüzzaman bizlere soruyor: “Acaba bu kaybettiği davanın yerini, bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi?”
İnsanların cennete ve cehenneme nasıl gidecekleri, meçhul değildir. Kur’ân ve peygamberimiz bunu şüpheye yer bırakmayacak kadar açık ve net olarak ortaya koymuşlardır: Cennet, yalnız iman ve itaat ile (yani farz namazı kılmak, büyük günahları işlememekle) kazanılacaktır. İman ve namazın, cennetin anahtarı olduğu ifade edilmiştir.
Şimdi düşünelim, bir üniversite sınavında hiç çalışmadan sınavı kazanmak ve bir yere yerleşmek ne kadar yüksek bir ihtimaldir? Bu nasıl mümkün olabilir? Derste dinlediğini aklında tutacak kadar zeki olmakla, soruların akılda kalan yerlerden çıkmasıyla veya yanındakinden kopya çekmeyi becerebilecek şansı yakalayarak mı? %1 ihtimal verir misiniz acaba böyle birinin bir şekilde sınavı kazanmasına?
Ya da hangi aklı başında insan, hangi iş için %1’lik bir kazanma ihtimaline ciddi güvenir, sizden soruyorum. Hangi dünyevi işimizde, hangi alışverişimizde, hangi ticarî teşebbüsümüzde %99 ihtimalle kaybedeceğimiz veya zarara uğrayacağımız belli olan hangi işi, içimiz rahat olarak kabul ederiz ve gerçek bir ümit besleriz?
Peki, iyi bir dershaneye giderek, derslerini güzelce dinleyerek, ciddi bir gayretle disiplinli bir şekilde düzenli olarak sıkı çalışan birinin, üniversite sınavını kazanması ve bir yere yerleşmesi, ne kadar düşük bir ihtimaldir? Siz söyleyin. “Düşük olur mu hiç, yüksektir elbette” dediğinizi duyar gibiyim. Acaba kazanamaması ihtimali %1 değil midir? Çok özel bir durum olmazsa, o ciddi çalışmasının karşılığını alma ihtimali %99 değil midir ve çoğu durumda böyle de olmayacak mıdır?
Aksi durumu düşündüğünüz için, kazanç ihtimali %99 olan bir yatırımdan vazgeçtiniz mi hiç? %99 ihtimalle kâr ve fayda sağlama imkânı muhakkak olan hangi dünyevi işe, hangi aklı başında ve menfaatini bilen insan lakayt ve ilgisiz kalıyor? Şöyle bir sözle sık karşılaşırız: “Herkesin nereye gideceğini Allah bilir.” Bu söz ne mana ifade ediyor çok merak ediyorum. Bu sözün maksadı nedir? Ben de şöyle diyorum: “Evet. Allah kimin nereye gideceğini çok iyi bilir. Ama lütfen bana söyleyin. Allah kimin nereye gideceğine nasıl karar veriyor? İyi duyamadım. ‘Bizim çalışmamıza göre’ mi dediniz? Evet, doğru bildiniz. O halde böyle bir sözü, insanın kendisi için kullanması kadar manasız bir şey olamaz.”
Şu noktada şöyle önemli bir soru ortaya çıkıyor: “Acaba bize %99 kesin bir ihtimalle ebedî bir hayatı kazandıracak olan hakikî bir iman, nasıl bir özelliğe sahiptir?”
İslamiyet dininin, bir insandan ve özellikle bir müslümandan herşeyden önce yerine getirmesini istediği ve bu yöndeki tüm gayretlerini en yüksek bir manevi ibadet saydığı faaliyet ve en büyük farz, Allah'ın Kur'ân'ında tarif ettiği ve istediği şekilde, şüphesiz bir kesinliğe sahip olan, sağlam bir bilgiye ve akli delillere dayanan ve tüm detayları tereddütsüz bır kanaatle kalben kabul edilen bir imanı elde etmeye çalışmasıdır.
Risale-i Nur’da Emirdağ Lahikası içindeki bir mektupta bu konuda mükemmel bir tahlil yapılmıştır. Hakikî anlamda iman etmenin, sadece inkâr etmemek manasını ifade eden ve inkârın bu dünyadaki tacizinden kurtulmak için söylenen iman kelimelerinden çok daha başka özellikler taşıdığı izah edilmiştir. Herkesin ekmek ve su derecesinde ihtiyacı olan iman hakikatlerine ihtiyacı düşürmek ve Risale-i Nur’un kıymetini kırmak için, bazı kötü niyetli insanların “herkes Allah’ı bilir, bu konuda yeni ders almaya çok ihtiyaç yok” diyerek, Risale-i Nur’un çok kıymetli, lüzumlu ve yüksek iman derslerini gereksiz göstermeye çalıştıkları ifade edilmiştir.
Hâlbuki “Allah’ı bilmek ve iman etmek”, Allah’ın tüm kâinatı bizzat tek başına idare ettiğine, meydana gelen her olayın istisnasız olarak O’nun kudret ve iradesiyle vücuda geldiğine, gerek mülkünün tek sahibi olduğuna, gerek icraatında bir ortağı ve yardımcısı bulunmadığına kesin ve tereddütsüz bir şekilde, şüphesiz ve kalpten gelen bir imanla iman etmek ile olacaktır.
Yoksa “bir Allah var” denilmesine rağmen, görünen tüm eşyanın meydana gelmesinde tabiattaki sebeplere de pay vermek, hatta sadece o tabiat ve sebeplere dayandırarak izah etmek, adeta Allah’ın mülkünü tabiattaki sebeplere dağıtmak, bu şekilde tabiata ve sebeplere yaratıcılık ve icad manasında başvurmayı doğru görerek Allah’la birlikte sayısız pay ortaklarını kabul etmek, bu surette her şeyin yanında hazır olan irade ve kudretinden habersiz olmak veya önemsememek, ilahî konuşması olan Kur’ân’ında yetmişten fazla yerde önemini pekiştirdiği namaz gibi şiddetli pek çok emirlerini tanımamak, önemsememek ve kabul etmemek, nasıl bir yaratıcı olduğunun sıfatlarını ders veren dinini ve peygamberlerini kabul etmemek veya önemsememek tarzındaki “Allah birdir” sözünün, elbette hiç bir tarafında Allah’a iman hakikati, gerçek manada bulunmamaktadır.
Mevcut bir imanı ifade ediyor gibi görünen bu türden yüzeysel ve taklit kaynaklı sözler, kişinin inkâra cesaret edememesinden ve inkârdaki dehşetli manevi sıkıntıdan kaçmak ve kurtulmak için bir çeşit teselli olarak söylenmektedir. “Evet, inkâr etmemek başkadır, iman etmek bütün bütün başkadır.” Hiç bir şuur sahibi insan, kâinatta ne kadar eşya varsa, o eşya adedince varlığına açık delilleri bulunan yaratıcıyı inkâr edemez, zaten etmeye kalksa, tüm o deliller yüzüne çarpılacağı için, susup ilgisiz kalmayı tercih eder. Bu, birçok kişi için geçerli bir tespittir.
Fakat Allah’a gerçek anlamda iman etmek ise, Kur’ân’ında bizlere ders vererek kendini tanıttığı sıfatları, isimleri ve özellikleri ile Allah’ı bilerek tanımak şeklinde olmalıdır. Yoksa herkesin kendi kafasında ürettiği, kendi istediği özelliklere sahip kıldığı bir yaratıcı düşüncesine Allah adını takıp, ona inanması neticesi ortaya çıkar. Ayrıca, kâinatta görünen eşyanın, Allah’ın varlığına nasıl delil olduğunu bilmek ve kâinattaki yaratılmış her bir mevcudun, üstlendiği vazifelerle ve sanatlı yaratılışlarıyla yaratıcıya manen şahit olmaları sebebiyle Allah’a inanmak gerekir. Nedeni ve gerekçeleri delillerle belirlenmiş ve altı doldurulmuş, bilinçli ve kalpten gelen bir imandır bu. Bununla beraber, elçileriyle gönderdiği emirleri tanımak ve kabul etmek, eğer bu yönde bir ihmali ve günahı veya emirlere zıt hareketi olursa, pişman olup tevbe etmek, hakikî bir imanın vazgeçilmez bir parçasıdır. Yoksa zina yapmak, içki içmek gibi büyük günahları serbestçe işlemek ve pişman olmamak, hatta aldırmamak ve bu hayat tarzını gayet normal ve doğru görmek, üzülerek ifade etmeliyiz ki, bu tarzdaki bir davranış ve yaşam tarzı, (Risale-i Nur’da da aynen bu şekilde ifade edilmiştir) o insanın “o imandan hissesi olmadığına delildir.”
Netice olarak: Hayat sahibi verdiği hayatı geri alacak ve alıyor. Yanımızda götüreceğimiz en önemli sermayemiz ise, cennetin anahtarı olan imanımız olacaktır. Bu izah metinlerinin netice bölümü olarak yazımıza almaya karar verdiğimiz şu gelen satırları[1] kaleme aldığım aynı gece, bana on baba kadar babalık yapmış, bir anneden çok daha şefkatli dedem, gözlerimin önünde vefat etti. Sanki beni beklemişti ebedî aleme gitmek için. Ağırlaştığını haber verdiler, evimden koştum, yanına geldim, abdest aldım, Yasin okumaya başladım ve henüz ilk sayfayı tamamlayamadan nefesi durmuştu artık. Kontrol ettiler. Vefat ettiğini söylediler. Ben hala durumu idrak etmemişim ki, az sonra bir nefes daha aldığında: “bakın nefes alıyor” demiştim. Nereden bileyim, o son nefesiymiş. Bir kaç saat sonra, bu gelen satırları içimden haykırırcasına Facebook sayfama yazdım:
Madem ölüm var ve ölüm öldürülmüyor, kabir kapısı kapanmıyor ve ayrılıklar kaçınılmaz. O halde hayatı, hayatın gerçek sahibinin istediği şekilde yaşamak ve o sayede ölümü, ölümsüz bir hayat ve sonsuz bir mutluluk ve ebedi bir gençlik kazanmak için kullanmanın ne kadar kıymetli olduğu bir kere daha ortaya çıktı. Ölüm meselesini halletmek, dünyadaki en önemli meselesidir her insanın. Ölümün kendisi değildir kötü olan. Esas kötü ve çirkin olan, ölümün çirkin yüzünün arkasındaki güzel ve gerçek hakikatini bilmemek veya bildiği halde ona uygun bir hayat sürmemek ve ölüm yokmuş gibi yaşamak ve hiç bir hazırlık yapmamaktır.
Ölümün çaresini ve nasıl ebedî bir hayatın kapısına dönüşeceğinin şartlarını, bizzat ölümü ve hayatı yaratanın kendisi bildirmiş. Allah hepimize bu fani, geçici, kıymeti ve zevki çok kısa olan dünya hayatını, ebedî olan hayatı kazanmak için bir sermaye ve araç olarak kullanmayı nasip etsin. Böyle bir farkındalıkla nimetlendirsin ve ebedî mesut etsin. Gaflet uykusundan uyandırsın inşallah, ölüm uyandırmadan evvel.
Çünkü hepimizin ebedî ömrü önümüzde duruyor. O ömürde göreceğimiz rahat ve lezzet, ancak buradaki çalışmalarımıza bağlıdır. Kısa bir ömürde, az bir lezzet için ebedî hayatını berbat etmek akıl kârı değil. Allah’ı gerçek anlamda tanımak, ona iman edip ibadet etmekle elde edilecek ededî mutluluğumuzu kaybetmemek lazım. Her gün yirmi dört saatten bir saati, cennetin kapısı olan ve Kur’ân’da yetmişten fazla emredilen namaz için ayırmak, ne kadar kârlı bir alışveriştir ve neticesine kıyasla ne kadar kolay elde edilir.
Ölümü bir cennet bahçesine açılan kapıya çeviren Allah’a hamdolsun...
(Yazı dizimiz böylece son bulmuş oluyor. Çok kıymetli dedem Mehmet Ziyaeddin Kınay’a hayır dualarınızı ve Kur’ân okumalarınıza iştirak etmenizi rica ederim.)
[1] O gece bu satırları yazarken, o anki ruh halinin sevkiyle, Risale-i Nur’dan aklıma gelen bazı ifadeleri kendi üslubumla harmanlayarak yazmıştım.