Tartışmayı eninde sonunda getirip Said Nursi üzerinde odaklamayı bırakıp, bizzat İslamcılık üzerinde yoğunlaştırmak; yine İslamcılık açısından daha faydalı sonuçlar verebilir diye düşünüyorum. Zira ne Bediüzzaman’ın ne de onu tanıyan takipçilerinin İslamcılıkla bir problemi olmaz, olmadı da. Zira meslek ve meşrepleri buna izin vermez. Fakat (Siyasal) İslamcı kesimde hep bir “Allah razı olsun, Bediüzzaman da İslamcıdır” türünden babacan bir sahip çıkma gayretkeşliğinin hep devam etmesi, ara ara tartışmaların alevlenmesini ve Bediüzzaman’ın fethedilmeye çalışılmasını netice vermeye devam ediyor.
İslamcılık, eskiden beridir tartışılmakta olup; bu gün devasa bir yapı olarak bütün bir dünya ölçeğinde yaygın hale gelmiş durumdadır. Çeşitli üslup ve farklı düşünce şekilleriyle en ılımlı toplumsal yaklaşımlardan; terör faaliyetlerini gerçekleştiren “mücahitler” topluluğuna kadar bir arayışın hikâyesidir İslamcılık. Avrupa’da vakıf ve cemaatler ekseninde devam eden, Nil kıyılarında siyasi muhalefetin en kuvvetli ve kudretli bir şekilde borusunu çalan, Arabistan çöllerinde Emevi tarzı ırkçı saltanatın keyfini süren, İran’da Şii düşüncenin devletini yaşayan, Türkiye’de demokrasiye yaslanmış bir arabulucu rolünü icra eden, Kafkaslar ve Afganistan gibi dünyanın en zorlu, en kapalı, en bedevi topraklarında silahlı mücadele veren İslamcılık; Amerika’ya kafa tutan ve Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’a intihar saldırısı düzenleyen girişimlere kadar hiç de azımsanmayacak bir çeşitlilik gösterir.
Şimdi, İslamcılık tartışmaları hazır gündemdeyken şunu sormak gerekir: “Bunların hangisi İslamcılık tariflerine girmeyi hak etmektedir? İslamcılığı resmeden bir ruh var mıdır? Arabistan yarımadasında hüküm süren güdümlü Arap Şeyhliklerinin Şeriatla (!) yönetilen yapıları mı; yoksa 11 Eylül’de ikiz kulelere dalış yapan “mücahit” ruh mu İslamcılığı temsil etmektedir? Görüleceği gibi, Türkiye’de çok eksik de olsa genelde Milli Nizam Partisi bağlamında değerlendirilen İslamcılık kavramının esasında ucu bucağı olmaz bir çerçevesinin bulunduğu, bir takım ipe sapa gelmez üslup ve hareketlerin de muhatabı olabileceği hiç mi hiç değerlendirilmemektedir.
Bediüzzaman’ın “İslam kahramanı” dediği Adnan Menderes, “Bizim dinimiz en güzel dindir” tarzında sözleri bulunan Mustafa Kemal, İmam Hatiplerin yolunu açan İsmet İnönü, siyasi hayatımızın en renkli simaları diyebileceğim Süleyman Demirel ve Necmettin Erbakan, din derslerini zorunlu hale getiren Kenan Evren, Zekeriya Beyaz, Yaşar Nuri Hoca, İskender Evrenesoğlu… daha aklıma gelmeyip yazamadığım, birbirlerinden çok farklı “tarzları” olan bu zevatın hepsi de İslamcı mıdır? “İslamcılık” hahişgârlığı yapanların yazılarından anladığım kadarıyla, evet bunların hepsi de İslamcıdır.
Malcolm X’ten Elijah Muhammed'e, Seyyid Kutup’tan Enver Sedat’a, Humeyni’den Bilge Kral Alija Izetbegović’e, Şeyh Ahmet Yasin’den Üsame Bin Laden’e kadar yüzlerce tip ve tarz Müslüman figürünü tarif ve tasnif etmek hiç de kolay değildir. İslamcılık eğer mefhum-u muhalifi var olan bir kelime ise; o zaman bu kişilerin hangileri İslamcı değildir?
İslamcılığı Gazalilere, İmam-ı Rabbanilere götürenler var. Daha ilerisine, Dört Halife’ye, hatta Peygamber Efendimize kadar neden götüremiyoruz? Eğer İslamcılık denilen şeye bir başlangıç atfedeceksek; bence, tarihten geriye en fazla ideolojiler çağına, modernizmin kuluçka dönemine, şunun şurasında üç asır evveline gidebilecek durumdayız. Zira İslamcılık, İslam dünyasının Modern Avrupa karşısında duraklama ve gerileme döneminde; bu duraklamayı aşma ve gerilemeye çare bulma sorgulamaları hengâmında ortaya konulan çabaları anlatan genel bir durumu ifade eder. Yani çare arayanlar kulübüne dâhil olan herkes İslamcılık çerçevesine de dâhil olmaktadır.
İslamcılık mefhumunun yazılı metinlerde yer almaya başlaması Osmanlı’nın son dönemine rastlar. Yani İslamcılık önceki iki asra yakın bir dönemde yapılan bir “fikir idmanı” halinden çıkıp bir “yeniden doğuş/diriliş” ideolojisine dönüşmeye Osmanlı’nın son döneminde başlamıştır. 19. Yüzyılın son yarısında, genel anlamda İslam’ın referans alınarak Müslüman dünyanın yeniden şevketli haline yükseleceğini düşünen insanlar birbirine çok yakın fikirlerden ziyade, ciddi bir çeşitlilik hali içindeydiler.
İslamcılığı ta ilk dönemden başlayarak tüm mücedditleri ve tecdit hareketlerini de kapsayacak bir hale sokacak olursak, bu sefer de “İlâ-yı Kelimetullah” gibi, “Cihat” gibi, “tecdit” gibi, “İyiliği emr ve kötülüğü men/emr-i bil’maruf nehy-i an’il münker” gibi Kur’an kaynaklı pek çok kavramı işlevsiz ya da önemsiz bir hale sokan yeni bir “Üst-Kavram” ortaya çıkarmış olacağız. Fakat bu “Üst-Kavram”ın Kur’an’da ayrıca yer bulmamış olması bizim için bir ciddi bir handikap olacaktır. Mustafa Özcan “İslamcılık ‘ey iman edenler iman edin’ buyruğunun bir yansıması ve sırrının tezahürlerinden birisidir. Her daim tazelenmektir. Kur’an müminler için ‘salatı ikame ederler’ diyor. Biz buna namaz kılmak diyoruz. Kıyamı ikame etmek işte İslamcılıktır” diyorken esasında Kur’an’dan bir Üst-Kavram çıkaramadığımızı da göstermiş oluyor. İlâ-yı Kelimetullah” da, “Cihat” da, “tecdit” de, “İyiliği emr ve kötülüğü men/emr-i bil’maruf nehy-i an’il münker de “‘ey iman edenler iman edin’” buyruğunun birer tezahürüdür. Araya İslamcılık’ı sokmaya hiç gerek yoktur.
İslamcılık, modern paradigmaya uygun olarak isimlendirilmiş bir ideolojik kavramdan başka bir şey değildir. Modern Sosyolojinin ürettiği ve güncele/yakın zamana atıfta bulunan bir kavramı, modern dönem öncesi tarihi durumlarla genetik olarak ve bağlam olarak ilişkilendirmek kolaycılıktır ve bilimsellik sınırlarını zorlayan bir davranıştır. O zaman İslam’la ilgili olan her şeyi Peygamberimizle (as), İnsaniyetle ilgili olan her şeyi de Hz. Âdemle (as) başlatırız, olup biter. İslamcılığın sosyolojik olarak tanımlanan çerçevesini değil, belki kahramanca/şövalyece olan ruhunu ve saiklerini daha eskilere, Ashab-ı Kiram dönemine götürmek mümkündür. Fakat bu, İslam tarihindeki bütün dönemlerde ortaya çıkan tecdit hareketleri için de mümkündür. İslamcılık “konjonktür ve bağlam” itibariyle diğer dönemlerde ortaya çıkan tecdit hareketlerinden daha farklı bir durum arz eder.
Ne zaman Osmanlı yıkıldı ve dünya savaşında Müslümanlar yenik tarafta kaldılar; İslamcılık derin bir ayrışmaya girdi. Zira ortada artık eski şevketini arayacağımız ne bir hilafet, ne bir devlet ne de birbirlerine sıkıca bağlı bir ümmet kalmamıştı. İslam ülkeleri harap olmuş ve hepsinin başında birer diktatör peydahlanmıştı. Bir kısmı görünüşte hürriyetine kavuşmuş, bir kısmı sömürge uydu devletlere dönüşmüştü. Dar alanlara bölünmüş, birbirleriyle haberleşme imkânı çok kısıtlanmış İslam ümmeti, kendi topraklarında, kendi siyasal yapılarına göre yeniden diriliş projeleri ortaya koyuyorlardı. İşte bu girişimler, İslamcılık denilen olguyu fazlasıyla çeşitlendirdi. İslamcılık mefhumunun önüne “önek”ler ekleme zorunluluğu ortaya çıktı. İşte bu gün, dünya çapında yaşadığımız İslamcılık çeşitlerinin ortaya çıkışı bu münasebetledir.
Giderek siyasallaşan ve reçeteleri hep devlet-hükumet-kamu erki gibi konulara hasretmeye başlayan İslamcı çevrelerin çoğu ya politik bir mücadelenin içine girdi veya silahlı yöntemlere sarıldı. Politik mücadeleler devrim ve ayrışmalara sahne olurken silahlı mücadele gittikçe radikalleşen ve artık Müslüman-gayri müslim ayrımı yapamaz bir hale geldi.
İslamcılık hareketleri yüzyılın ilk çeyreği bitmişken ve Osmanlı dağılmışken çeşitlenmeye başlamış; Bediüzzaman da kendi tavrını yeni duruma göre süzgeçten geçirmiştir. O, daha yüzyılın başında Komünizm, Anarşizm gibi ifsat fikirlerinin dünyayı istilaya başladığını görmüş ve imanî değerlere yoğun ve yokedici bir saldırı olduğunu ve bir taun gibi bu durumun yayılacağını öngörmüştü. Bu öngörüsü, 1925 yılında, sürgün sonrası artık kendisine bir hedef ve çalışma tarzı olarak “cihad-ı maneviye” başlamasına temel teşkil etmiştir. Vefatı sonrasında, hem Türkiye için hem talebeleri için yeni bir dönem başlamıştır.
Mustafa Özcan’ın dillendirdiği gibi, bir kısım entelektüellere göre Said Nursi “şüphesiz İslamcıdır; zira salih kul nasıl muslih ise, Müslüman da zaruri olarak İslamcı olacaktır”. Fakat bir şey var ki salih kul muslih olmayı nasıl anlıyor; ona bakmak lazım geliyor: Adam döverek, kırarak, söverek, zorlayarak mı muslih oluyor; yoksa güleryüz ve tatlı dille mi? İşte, bireysel olarak düşündüğü şeyleri insanlara aktarırken “sinirli, sakin, hırçın, melankolik, sabırlı” gibi nasıl bir birey olduğuna dair bir sıfat/önek kişiye eklemleniyor. İslamcılık öylesine bir genel durumu ifade eden sıradan bir mefhum iken; Nurcu, Siyasal İslamcı, tarikatçı, Humeynici, Bin Ladenci gibi önekler alarak gerçek bir pratiği ifade etmeye başlıyor. İslamcı tabiri böylelikle tavsif edilen insanın nasıl inandığı, inandığını nasıl yaşadığı, onu nasıl aktardığını tarif ve tavsif edebilir bir duruma geliyor.
İslamcılık tarihte nasıl bir savrulmaya uğramışsa; bir İslamcılık tarzı olarak addedilebilecek “Risale-i Nur Hareketi/Nurculuk” da Bediüzzaman’ın vefatı sonrasında böylesi bir çeşitlenmeye uğramıştır. Esasında çeşitlenme tabiri, neredeyse nüans denilebilecek küçük farklılıkları ifade eder ve genellikle dışarıdan gelen zorlama durumlar sebebiyle ortaya çıkmıştır denilebilir. Risale-i Nurların Latin harfleriyle basımının yapılıp yapılmaması gibi, 12 Eylül anayasasının desteklenme-desteklenmemesi gibi, şu veya bu seçimde alınacak stratejik kararlar gibi, cemaat adına gazete çıkarma-çıkarmama gibi çeşitli meseleler ile bir takım mizaç farklılıklarından kaynaklanan sebepler bu savrulmaların nedenlerinden sayılabilir.
Bediüzzaman’ın Türkiye’de gerçekleştirdiği hizmet tarzı özellikle Siyasal İslamcılığı etkilemiştir. Siyasal İslamcılar ile Türk-İslam sentezini savunan bir kısım dindarların rağmına olarak, Bediüzzaman siyasetten ve bir sentez arayışından uzak durmuştur. İmani meselelerin tamir ve tadiline uğraşmıştır. Cumhuriyeti kuran zihniyeti ve onu inşa eden partinin karşısında Türk-İslam sentezcilerini ve Siyasal İslamcıları desteklemek yerine “Demokrat”larla, uyarıcı ve telkin edici bir düzlemde bağlantı kurmuştur. Genelde siyasete, özelde Demokratların siyasetlerine karışmaktan uzak durmuş; Ayasofya gibi, Ezan-ı Muhammedî (as) gibi, Komünizm ve dinsizlik gibi bir takım meselelerde uyarı ve tavsiyelerde bulunmuştur.
Nurcuların siyasete aktif şekilde katılımları Bediüzzaman’ın vefatından sonra başlamıştır diyebiliriz. Burada topluca siyasetle iştigal etmekten bahsetmiyoruz elbette. Daha ziyade bazı gurup ve kişilerin siyasi meselelere gazete gibi neşir organları vasıtasıyla katıldıklarını, siyasi partilerin bir kısım faaliyetlerine destek verdiklerini; böylece siyaset âlemine temas ettiklerini görebiliyoruz.
Özellikle 12 Eylül gibi, Referandumlar ve genel seçimler gibi kritik politik ve sosyal olaylar karşısında Nur Talebelerinin çeşitli yorumlar geliştirmeleri ve o olaylara münhasıran farklı davranışlara girmeleri, bu günkü çeşitli Nurcu gurupların oluşmasına bir sebep teşkil etmiştir. Ayrıca, İhlas ve Uhuvvet Risalelerinde Bediüzzaman’ın öngördüğü ve birlik ve beraberliği bozabilecek insani zaafları, pek çok gurup ve cemaate yapıldığı gibi bir kısım iç ve dış gizli ifsat kurumlarının kullanmaları da bu ayrışmalara sebep olmuştur. Nurcuların iktidarla kurdukları hemen her aktif siyasi ilişki, cemaat açısından hep sıkıntılara sebep olmuştur; halen de olmaktadır. Geçmişte her attığı manşet ses getiren; çıkardığı kitaplarla gündem değiştiren bir kısım Nurcu yayın organlarının bugün esamesinin okunmayışının pek çok sebeplerinden birisi herhalde Risale-i Nur’da vaz edilen sınırların dışına çıkıp “aşırı-politize” olmalarıdır. Bu o zaman gerekli görünmüş olsa da; zaman bunun aşırı-politize olmak durumuna denk düştüğünü şimdi telif etmiştir.
Ömer Lekesiz, kendi deyimiyle ve yorumuyla başka bir “Nur Hareketi”nin, şimdi mevcut iktidarın gücünü kendi lehine kullanmayı talep edecek kadar siyasi bir tehdide nasıl dönüştüğünü soruyor. Öncelikle Lekesiz’in, sanki tüm Nur Hareketi, topyekün bir şekilde siyasi bir angajman içine girmiş de, iktidara eklemlenmiş gibi bir durumun olduğunu varsaydığını görmekteyiz. Hâlbuki durum tam tersi bir vaziyet arzetmektedir. Nurcuların genelinin mevcut iktidara sempatiyle yaklaştıkları doğrudur; fakat iktidara “telkinat ve zorlama yapacak kadar” işin içine girmiş olan hiçbir Nurcu gurup gösteremezsiniz. Şimdi çok popüler olduğu halde Nurculuğun belirli bir homojenlik arzeden yapısını kaybetmiş, cemaat karakterinden bir sosyo-politik hareket profiline doğru değişim göstermiş gurupları Nur Cemaati olarak topyekûn bir kimliği temsil eder bir şekilde muhatap alıp soru sormak bence haksızlık olacaktır. İktidara ortak olacak kuvvet, kudret ve popülerliğe sahip olan eklektik yapıdaki bir kısım gurupların muhatap olması gereken soruları Nur Cemaatlerine sormanın bir anlamı yoktur.
Hoşgörücülük meselesi, Ömer Lekesiz’in değindiği başkaca bir husustur. Bediüzzaman, Siyasal İslamcılardan ve Türk-İslam sentezcilerinden; hatta dünya çapında pek çok türevi bulunan diğer İslamcılardan farklı olarak Avrupa’nın müspet kısmına, Hıristiyanlık dininden Hz İsa’yı peygamber olarak kabul eden İsevî cemaatlerine ılımlı yaklaşmıştır; çünkü Müslümanların onlarla ileride ortak bir düşmana karşı beraberce mücadele edeceklerini öngörmüştür. Mehdi-Süfyan-Hz.İsa’ya ilişkin Hadis-i Şerifleri açıklarken, özellikle Kâfirlerin Büyük Deccaline karşı Hz. İsa’nın İsevi Cemaati ile beraber Hz. Mehdi’nin Nurani Cemaatinin birlikte savaşacaklarını belirtmiştir. Bediüzzaman’ın “hoşgörü” ile ilişkilendirilen, fakat esasında hoşgörüden çok daha derinlikli ve ciddi bir durumdan bahseden yaklaşımının kabaca ifadesi işte budur. Bediüzzaman, birbirimizi hoşgörüp, barış içerisinde yaşayalım demekle kalmaz; dünya çapında taun halini almış anarşizm ve komünizm ejderhalarına karşı birlikte mücadele edilmesi gerektiğini, ayrı ayrı mücadele edildikçe bu düşmanları ortadan kaldırılamayacağını söyler. Amerika ve İngiltere’yi de Komünizm ve dinsizlik karşısında Müslümanların ittihadına/İttihad-ı İslam’a razı ve taraftar olması gereken güçler olarak tavsif eden Bediüzzaman bu bakımdan da Amerika ve Avrupa’yı “Şeytan” olarak gören pek çok İslamcıdan farklı bir duruş sergilemektedir. Kendi paradigmasının İhvan-ı Müslimin’den ve Büyük Doğu gibi “kardeşlerden” faklı oluşuna dair pek çok yerde izahlarda bulunur.
Bediüzzaman’ın bir ömürlük çabasına “İman ve Kur’an hizmeti” demek yanlış olmaz. Bediüzzaman bu hizmeti gerçekleştirirken takındığı hem dini, hem siyasi, hem de sosyolojik tutumları kavramlaştırarak “Müspet Hareket” başlığı altında tarif eder. Bu bakımdan, Bediüzzaman’ın eserlerinden ve hayatından çıkartabileceğimiz bir takım sonuçlar vardır. Uçak kaçırıp binalara saldırmayı, yol kesip sırf Müslüman olmadığı için insanlara eziyet etmeyi hatta öldürmeyi, Mavi Marmara olayında olduğu gibi hem Müslümanları hem de diğer dinlerde bulunanları zora sokacak şekilde intihar girişimlerini, canlı bomba eylemlerini, mazlum ve masumları da tehlikeye atabilecek tüm girişimleri Bediüzzaman’ın “Elimizde Nur var, topuz yok. Nur incitmez, ışığıyla okşar” diyerek tasvip etmeyeceğini gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz.
Öncelikle, “Müslüman asabiyyeti”nin genetik ve biyolojik bir asabiyet olmadığını; belki “tevhid, iman ve adalet” gibi bir kısım prensipler üzerine müesses olduğunu hatırlamak gerekir. Şimdi doğru sözlü bir Hıristiyan’ı yalancı ve düzenbaz bir Müslümana en azından bu dünyada olsun mükâleme ve mübaheseye layık görmek Müslüman ırkçılığından kaçıp İnsaniyet-i kübra olan İslamiyetin ruhuna uygun hareket etmek demek değil midir? Saniyyen, Mavi Marmara’dakilerin hepsi öldürülmüş olsaydı, acaba daha iyi olurdu diyebilecek miyiz? Oraya gidenlerin saikinde zulme dikkat çekmek olduğunu kabul etmemek mümkün değildir. Yalnız, yaptığımız hareketin kemali yalnız saikin iyi ve doğru olmasıyla gerçekleşmez. Aynı zamanda, kullanılan araçlar ve zamanlama gibi pek çok etken vardır ki yaptığımız hareketin yönünü ve sonucunu etkiler. Her sözümüz doğru olmalı, fakat nasıl her doğruyu her yerde söylemek doğru değilse; her düşüncede doğru/insancıl/insaflı gözüken hareketi her zaman yapmak da doğru değildir; çünkü düşünce ile içinde bulunulan bağlam farklı olduğunda aksi tesir yapabilir. Kusurlu bir Müslümana kusurunu söylerken dobraca, toplum içinde yüzüne, kızgın bir ifadeyle söylemek, “kusur”un kendisi hak ve doğru iken, nasıl yanlış bir tarz ve hareket ise; aynen onun gibi sevkedici kuvvet zulme dikkat çekmek isteyen bir hamiyet duygusu olsa bile, insanları gemilere doldurup intihara sürüklemek de böylesi yanlış bir harekettir; bu hareketi “his ve saiki muhterem fakat biçim ve davranış olarak yanlış” olarak kabul edenleri baskı altına almak ve ayıplamak da ayrıca insafsızlık değil midir?
Ne İslamcılık ölmüştür ne de Nurcuların durumu tatminkârdır. Lakin durum işte içinde bulunduğumuz gibidir. Hayıflanmanın anlamı yoktur. Birbirimizle uğraşmayı bırakıp işimize baksak çok daha faydalı olacaktır. İslamcılık tartışmasını ısıtıp ısıtıp gündeme taşıyanlar, dikkat edilirse hep aynı kişilerdir. İkballeri kısılınca, iktidarca kenara itilince, ilim üretemeyip tıkanınca, gündemden düşünce hemen Nurculuk ve İslamcılığı piyasaya sürenlere mesafe koymalı; yine hep aynı minvalde döneceğini bilerek tartışmayı uzatmayı bırakmalıyız.
Vesselam.