TRT'de "Ömür dediğin" isimli bir program var.
Peşin söyleyeyim, emeği geçen herkesi kutluyorum. Çağımızın bir insanlık dramı ve "insan"ın bu dram içinde sergilediği güzellikler ancak bu kadar güzel işlenebilir.
Program çok sade aslında... Anadolu'nun yaşlı insanlarını bulmuş ve kendi hayat ortamlarında konuşturmuş. Böylece binlerce hikâye çıkmış ortaya... Binlerce hikâye, çağımızın "yaşlılık" sorununu gözler önüne seriyor.
Kayınpederimin hastalığı sırasında yakından gözledim bu sorunu. Evlatlar yetişmiş ve evlenmiş, kendi "çekirdek" yuvalarını kurmuşlar. Her biri dünyanın bir yerinde. Anne baba yaşlanmış, bünyeleri güçten düşmüş, hastalıklar yoklamaya, bir kısmı bellerini bükmeye başlamış. Açıkça hizmete ihtiyaçları var. Ama birbirlerine hizmet etme imkânları bile azalmış. Çare, çare... Kolay değil.
İşte bu gerçeklik içinde sayısız dram yaşanıyor.
Avrupa'da sık sık, evlerde yalnız başına yaşayan insanların ölü bulunduklarına dair haberler çıkıyor. Orada, evlat-ebeveyn ilişkisi daha da yıprandığı için, yıllardır yaşlı anne babanın kapısı çalınmıyor. Ya da anne baba da birbirinden çoktan koptuğu için eşsiz kalmış babaların annelerin tek başlarına yaşadıkları evlerden cesetleri çıkıyor.
Henüz o hale gelmedik.
Ama bizde de şimdi mesela sadece yaşlıların yaşadığı köyler var. Yazları ya da bayramlarda biraz canlanan, sonra ölümü bekleyiş sessizliğine bürünen köyler.
Bunlar da ucun ucun gelen dramların habercisi.
Yaşlılıkta yalnızlaşmalar... İşin zor tarafı bu.
Yukarıda dedim, bu arada yaşanan insani güzellikler de var.
Mesela "Ömür dediğin" isimli programda izlemiştim. Yaşlı karı kocadan, anne çok yıpranmış, gözleri görmüyor, başka hastalıkları var. Kim bakacak? Yine yaşlı olan koca bakıyor eşine. Yemeğini getiriyor, suyunu getiriyor, başka hizmetlerini yapıyor. Bunları yaparken, "O bana, evime yıllarca baktı, şimdi biz ona bakmayacak mıyız" diyerek, erkeğin kadına hizmetinin gerekçesini sunuyor. Ve kaygı duyuyor:
-Ben ölürsem ona kim bakar? Ortalarda kalır diye korkuyorum.
Başka kaygıları var eminim. Ondan sonraya kalmak ve yalnızlaşmak. O orada, hasta ve hizmete muhtaç haliyle bile "can yoldaşı" çünkü.
Rahmetli babamdan hatırlıyorum. Annem alzheimer olmuştu. Son zamanlarında babamı, evlatlarını bile tanıyamaz hale gelmişti. Vefat ettikten sonra bir gün babam;
-Oğlum, dedi, annenizin orada nefes alıp vermesi önemliymiş.
Demek o orada, kimseden habersiz otururken bile, erkeğine evi ev yapanmış. O gidince, evlatlar bile teselli veremez oluyormuş.
Rahmetli kayınpederim, soğuğa karşı çok duyarlıydı. Kendisi hep tedbirli davranır, yanındaki, yöresindekileri de sürekli uyarır, hatta tedbir almayanlara kızardı. Son zamanlarında kayınvalidem için şöyle söylerdi:
-Dua ediyorum, benden önce ölmesin. Ama kendi kendine bakmıyor, benden önce ölecek. O ölürse ben ne yaparım?
-O ölürse ben ne yaparım?
Yalnızlaşma korkusu.
Bu korku, bu çağın çok temel bir insani sorununu getiriyor önümüze...
Bu sorun belli ki büyüyecek. Ömürler uzuyor vs. diyoruz ya, yalnızlıklar da uzuyor böylece... Hizmete ihtiyacı olan, bir şeyleri paylaşmaya ihtiyacı olan ama günler, aylar, bazen yıllarca kapısı çalınmayan insanlar...
Gene hâlâ bizde, bazı rehabilitasyon alanları var. Camiler mesela... Beş vakit namazlarda cami buluşmaları... Gelirken giderken birkaç kelam, memleket meseleleri üzerine sohbetler, Kur'an'la dost olanların Kur'an buluşmaları, tespihle dost olanların tespihle tesellileri... Bunlar var ama yetmeyecek... Sorun büyüyor.
Başbakan'ın annesine gösterdiği ilgi yaşlı anne babaları birazcık gündeme taşımış oldu.
Diyorum ki, bu hükümet mesela sağlık alanında, dünya çapında bir devrim yaptı.
Eminim, Aile Bakanı Fatma Şahin, Sağlık Bakanı Recep Akdağ ile birlikte, ailelerdeki dövme, sövme, şiddet, vs'ye ilişkin önemli adımlar atacak. Bu alandaki projeler, bence dünya çapında ilgi görecek.
Bir de, yaşlılık konusunda proje geliştirsek...
Bizim medeniyetimize yakışır bu. Dünyaya armağanımız olur.
Bugün