Rizeli değilim ancak manevi hayatımın şekillenmesinde Rize’nin yeri büyüktür. Rize Öğretmen Lisesi'nde okurken Din Görevlileri Lokaline gider, oranın zengin kütüphanesinden kitaplar alır ve okurduk. Harçlıklarımızın çoğu kitap ve gazeteye giderdi. O zaman okuduğum kitaplar benim manevi dünyamın çekirdeği olmuştur. Yine bir gün lokalde kitap okurken o zaman imam hatip lisesinde okuyan, şimdi Bursa’da öğretmenlik yapan değerli insan Ekrem Kişmiroğlu yanıma gelerek ‘Sen çok kitap okuyorsun, Said’i Nursi’yi de okur musun diye sormuştu?’ ‘Ben de İmam-ı Gazali İmam-ı Rabbani dururken Said’i Nursi okumaya gerek yoktur’ diye mukabelede bulunmuştum. "Said Nursi de bu zamanda bir Rabbani bir Gazalidir, onu da okusan iyi olur" demişti. İçimdeki itirazları saklı tutarak okumaya başlamıştım. Okumamı derinleştiren bazı önemli hadiseler de var ancak bir başka yazımda onlara değinmeyi planlıyorum inşallah.
Rize’den sonra üniversite hayatımız Trabzon’da devam etmişti fakat Rize’yle olan gönül bağımız kesilmemiş oraya gidip gelmeye devam etmiştik. Yine 1981 yılının bir yaz ayında okuma programı için bir otobüsle Rize’ye doğru yola çıkmıştık. En önde oturuyordum ve yanıma da yeni tanıştığımız Rize yolcusu bir genç arkadaşımız oturdu. Yol boyunca bu arkadaşımıza neler anlatabilirim diye düşünmüştüm ve dilim döndüğünce Birinci Söz’den başlayarak Nur hakikatlerinden bahsetmeye koyulmuştum. Anlattıklarımla çok ilgileniyor ve heyecanını saklayamıyordu. Bir ara öyle heyecanlandı ki şoföre 'bir dakika durur musunuz, bu ağabeyi dinleyelim’ diye ricada bile bulunmuştu. Şoför de 'hem dinleyelim hem gidelim' diyerek mukabelede bulunmuş ve böylece biz anlatmaya devam ederek bir yolculuk yapmıştık. Of kazasına geldiğimizde bu kez ‘Siz bu bildiklerinizi tüm Türkiye’yi gezerek anlatmalısınız’ diye tembihte bulunmuştu. Ben de ‘Hakiki bir ittifakta her bir fert sair kardeşlerin gözüyle de bakabilir kulaklarıyla da işitebilir’ sırrını hatırladım ve ona ‘Ben zaten tüm memleketi geziyor ve bu hakikatleri anlatıyorum’ dedim. O kardeşimiz de rahatlayarak ‘Evet işte böyle olmalı’ diyerek memnuniyetini dile getirmişti. Yaş itibariyle benden büyük durmasına rağmen alışkanlık olsa gerek bana ağabey diye hitap ediyordu. İyice tanışıp sohbetimiz ilerleyince bana ‘Ağabey senin kaç cilt kitabın var?’ diye sormasın mı? Bu hakikatleri bilip anlatabilenin ciltlerce kitabın yazarı olması gerektiğini düşünüyordu. Bu kez de aklıma dost, kardeş ve talebeliğin tarifinde geçen talebeliğin şartı geldi. ‘Talebeliğin şartı ve hassası şudur ki Sözleri kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesi onun neşir ve hizmeti bilsin…’
Bu tarifi hatırlayarak 'benim tam on dört cilt kitabım var. Bunları 130 cilt küçük kitapçık halinde yazmıştım, sonra birleştirerek 14 cilt kitap şeklinde tanzim ettim' dedim. O zaman daha da hürmetkar bir tavır aldı ve ‘Ben de tahmin etmiştim bu güzel hakikatleri ancak böyle bir yazar anlatabilir’ demişti. Benim 14 cilt kitap yazdığım yoktu ancak beni birden 14 cilt kitap sahibi yapan bir sır vardı. Sır herkese söylenmeyen şey olarak tanımlanır. Fakat bu sır tüm dünyaya ilan edilmiş eşi ve benzerine rastlanmamış bir sırdı.
Hangi yazarın kitabında ‘Bu yazdıklarım hayalinizin elinde kalsın, aklın mihengine vurunuz, altın çıkarsa alınız’ diye ikaz asılır. Hangi yazarın kitabında ‘Bu yazdıklarımı benim yazdığıma bakmayın, bunları siz yazmış gibi kendi malınız olarak kabul edip sahip çıkabilirsiniz’ diye not vardır. Hangi eserin sonunda ‘Eğer benim eserlerimde yanlış görürseniz, bilin ki haberim olmadan fikrim karışmış, yanlış etmiş’ diye bir açık yüreklilik vardır. Hangi yazar kendi eserlerinde o eserleri okuyan taalebelerinin mektuplarına yer vermek için ‘Bir söz yazılsa kendi yazmış gibi zevk almak, ehl-i imanın imanlarını muhafaza etmek gayretini en yüksek derecede taşımak, ehl-i imanın kalbine gelen şübehat ve evhamları tedavi etmek iştiyakını’ şart olarak koşar.
Nurları okuyup mütalaa eden birinde ehl-i imanın imanlarını şübehat ve evhamlardan muhafaza hassasiyeti ve iştiyakı yoksa kendini kontrol etmeli ve okumada derinleşmelidir herhalde. Bize çoğu zaman okuyup dinleyip ya da anlattığımız için normal gelen, ülfetimizden dolayı da hayretimizi mucip olmayan bu hakikatlerle karşılaşmanın heyecanını yaşayan bu kardeşimiz, bir de bir itirafta bulunmuştu bize: ‘Ben Rize’nin merkez bir köyündenim. Köyümün insanlarını tam beş senedir otobüslerle uzak bir beldeye taşıyor, onların bir feyiz ve bereket almaları için çalışıyor ve ben de istifade ediyorum. Fakat şu bir saatlik sohbetinizle aldığım feyzi, bereketi, fikri istikameti ve nefsimin teslimiyetini; geçen o beş senede alamadım. Bu bir saatlik ders benim için o beş seneden daha değerliydi.’
Hayretler içerisinde kalmıştım. ‘Derya içindedirler fakat deryayı bilmezler.’ hakikatinin bir cüz’i tecellisini yaşıyordum. Şimdi ise Mustafa Sungur ağabeyden naklen söylenen şu hakikat aklıma geldi: ‘Eğer perde-i gayb açılsa, dinlemediğiniz ve anlamadığınızı zannettiğiniz dersten üstünüze inen rahmeti gözünüzle görseniz, felçli bile olsanız sürünerek de olsa derse gelirdiniz.’ Bunun bir cilvesini gözümle yaşayarak hissediyordum. Yıllar sonra yine bir küçük ilçede sohbetlere katılan bir dostumuzun, bir tekkede onlarca arkadaşını o sohbetlerden elde ettiği cüz i istifadelerle muhafazaya çalıştığını bizzat kendisinden dinlemiştim.
Öğrencilik yıllarımızda bir Erzurum seyahatimiz sırasında merhum Kırkıncı Hocamız bizimle hususi ilgilenmiş, nur talebeliğinin şartını da hatırlatarak sorular sormuştu. Yarım yamalak cevapları duyunca şu manada cevap vermişti. ‘Nur talebesiyiz diyorsunuz, halbuki talebeleğin şartlarında bu eserleri kendi telifi ve malı gibi bilmek ve sahip çıkmak var. Yani bu eserleri siz yazmışsınız bunları benim eserim diyebilirsiniz. O zaman hangi sayfasında neyi anlattığını da çok iyi bilmelisiniz.’ Şahsen bu ölçüye kendimi vurduğumda çok kardeşimin gerisinde olduğumu görüyorum.
Kırkıncı hocamızın soruları karşısında yaşadığımız bu mahcubiyet, bana başka şeyler de hatırlatıyor. Zamanımızda seriüsseyir olan bu zamanın evladının soruları karşısında "şu kitabı al da oku" deme şansımız her zaman olmayabilir. Seriüsseyir olan gençlik, sorusunun cevabının geciktirilmeden verilmesini, yarasının, dermanının hemen sürülmesini istiyor. Yoksa küçük bir esintide savruluyor. Kendisine kamil bir takdim ve temsil ile gelinmesini bekliyor. Bu hakikatlerle donanıp özellikle gençlerin karşısında çıkan bizlerin, şu anda beni dinleyip temsil ettiğim bu hakikatlere muhatap olan insanlar, bir daha böyle bir fırsat bulamayacaklar, belki de kafalarındaki şüphe ve kalplerindeki evhamlarla dünyadan ayrılacaklar. Ben bunun mesuliyetini taşıyorum. Öyleyse temsil ve takdimim çok önemlidir, düşüncesinde olmamız gerekiyor. Zira omuzumuza ihsan-ı ilahi tarafından konulan hizmet-i imaniye bizlerin sefine-i rabbaniyede çalışan hademe olduğumuzu, yolcular gibi gezip tozamayacağımızı bize hatırlatıyor.
Ne dersiniz dostlar? Ehl-i imanın şübehatını izale için dünya lezzeti tatmayan Bedi’nin yoldaşı olmaya var mıyız?
Selam ve dua ile…
Yazarın görüntülü sohbetleri: https://www.youtube.com/channel/UClcxDfhJE-MJhh_KbhrKqfQ